Kapak fotoğrafı: Samuel Regan Asante / Unsplash
Kimileri sinemayı, eğlence aracı gibi görür, kimileri iş gibi ciddiye alır, kimileri de hayatıyla bütünleştirip salonlardan çıkamaz. Sinemayı hayatlarının bir parçası haline getiren ve film festivallerini takip eden sinefiller Vahit Tansoy ve Bülent Coşkun ile konuştuk. Günde 7 film izleyen, çevresinde “sinema manyağı” olarak tanımlanan Tansoy, 1986’dan beri izlediği İstanbul Film Festivali’nin 26. yılında “Yaşam Boyu Bilet Ödülü”ne değer görüldü. Ankara’daki festivallerin tanıdık bir siması Coşkun’un, festival temsilcileri ve izleyicileriyle kurduğu arkadaşlık herkesi kıskandırıyor.
DENİZ ALİ TATAR
Sanatın, tarihin ve bilimin bir araya geldiği, sinemanın zor dallarından biri olan sinemayı, filmleri takip etmeyi ve o büyülü salonlarda film izlemeyi hepimiz çok severiz. Kimimiz, normal seyrinde sinemaya gider, kimilerimiz delicesine sever, kimilerimiz ise dağları aşarak o filmlere kavuşmanın bir yolunu bulur. “Sinefil” diye adlandırılan bu sinema tutkunları, nerede bir film festivali varsa oradalar.
Sinefil, sinemaya ve filmlere düşkün veya bağımlı insanları betimleyen, ironi içeren terim. Gerçekte var olmayan sinefili hastalığından muzdarip kişilere “sinefil” deniliyor. Fransızcadaki “cinéphilie” sözcüğünden geliyor. Türkçede benzer kişiler için yaygın olarak “sinemakolik” tabiri de kullanılıyor.
Bu haberde sizleri, iki sinema âşığı-tutkunu ile tanıştıracağız. Delicesine takip ettikleri sinemayı, hayatlarının bir parçası haline getiren sinefil Vahit Tansoy ve Bülent Coşkun ile sinema tutkuları ve festival takip süreçlerini konuştuk. İstanbul Film Festivali’nin sıkı takipçisi Tansoy ve Ankara festivallerinin bilinen yüzü Coşkun’un hikâyeleri oldukça merak uyandırıcı...
Kesintisiz bir şekilde festivalleri takip eden Tansoy, 1986 yılından bu yana İstanbul Film Festivali’ni takip ediyor ve bu sıkı takibi, 2007’de bir ödülle taçlandırılıyor. Antalya’da yaşayan Tansoy, festivalin 26. yılında Şakir Eczacıbaşı tarafından "Yaşam Boyu Bilet Ödülü'ne" layık görüldü. Ve bu, ilk ve son bir ödül olarak dikkat çekmişti. Ağırlıklı olarak Ankara’da düzenlenen film festivallerini takip eden Coşkun ise, Bursa’da yaşayan bir İngilizce Öğretmeni ve yıllardır kendi çabasıyla filmleri izleyip günlerini festivallerde geçiriyor.
Vahit Tansoy
Tansoy: Film izlemek için okuldan kaçardım
Çevresinde kendisini tanıyan herkesin “Sinema manyağı!” dediğini söyleyen Vahit Tansoy, “sinefil”in anlamını, “Sinemaya bağımlı insan” olarak açıklıyor. Kendini bildi bileli sinemanın hayatında olduğunu belirten Tansoy, “İlkokul zamanlarından bu yana sinemaya gitmişliğim var. Okuldan kaçardım film izlemek için, bir bakardım sinemanın kapısında annem beni bekliyor. Kulağımdan asılarak eve kadar yolda yürütürdü. Ama ben yine aynısını yapmaya devam ederdim. Çocukluğumdan kalma bir anıdır bu” diye anlatıyor o günleri. Büyüdükçe karanlık salon ve dev perdede film izlemenin kendisini çok mutlu ettiğini söyleyen Tansoy, “O büyülü ortam beni tutkulu bir şekilde kendine bağladı” diyor.
Sinema tutkusuyla ilk olarak İstanbul Film Festivali’ni takip etmeye başladığını anlatan Tansoy, “O dönemlerde İstanbul’da yaşıyordum. Şans eseri festivale gittim ve arka arkaya filmlere girmeye başladım. Hiç bilmediğim yönetmenleri ve ülkelerin filmlerini tanıdım. Hastası olduğumuz yönetmenler oldu. Filmlerini dört gözle beklemeye başladık” diye konuşuyor. İlk izlediği filmi hatırlamayan Tansoy, izlediği zaman büyülendiği ilk filmin “Elveda Cariyem” olduğunu ve filmi muhteşem bulduğunu söylüyor.
7 film izlediği gün olmuş
Şimdi Antalya’da yaşayan Tansoy, bir dergide yazılar yazıyor, bir arkadaşıyla beraber minik bir tasarım mağazasında çalışarak hayatını geçiriyor. Tansoy, başka şehirdeki festivale gitmek için 18 yıl boyunca ucuz oteller aradığını, yemeğinden kıstığını ve toplu bilet alarak İstanbul Film Festivali’ni takip ettiğini anlatıyor.
2007’deki 26. İstanbul Film Festivali’nde, “Yaşam Boyu Bilet Ödülü” adlı özel bir ödüle değer görülen Tansoy, o süreci şu ifadelerle aktarıyor:
“18 yıl boyunca festivali takip ettim. Önceden mail yazıp biletlerimi ayırtıyor, İstanbul’a geldiğim zaman gidip toplu olarak alıyordum. Bu durum, vakfın dikkatini çekmiş. 2007 yılında kapanış törenine katılmam istendi. Orada rahmetli Şakir Eczacıbaşı beyefendinin elinden ödülü aldım. O an dünyanın en mutlu insanıydım, sanki 18 senenin yorgunluğu o an bitti. Yaşam Boyu Bilet Ödülü’nü aldıktan sonra, gazete ve televizyonlarda benimle söyleşiler yapmaya başladılar. Bu vesiyleyle tanınmaya başladım ve birçok festivalden davet geldi. Elimden geldiği kadar festivallerin hepsine katılmaya çalıştım. Ve zevkle de katılmaya devam edeceğim, hepsini seviyorum.”
İstanbul’da çok anısı olan Tansoy, bir günü sadece 3 simitle geçinmek zorunda kaldığını, ancak İstanbul Film Festivali’nden aldığı “Yaşam Boyu Bilet Ödülü”nün ardından sponsorlar bulduğunu belirtiyor. Bu ödülle birlikte otel parası vermemeye başlayan Tansoy, alışkanlık yarattığı için sürekli para biriktirmeye devam etmiş.
Vizyona giren ve dikkatini çeken filmleri de takip eden Tansoy, daha çok ödüllü ve bağımsız filmleri ilk sıraya koyduğunu söylüyor. 2000 yılında izlediği In The Mood For Love (Aşk Zamanı) filminin hayatının filmi olduğunu vurgulayan Tansoy, bu filme, “vücuduna dövme yaptıracak kadar âşık”. Wong Kar Wai, Tsai Ming ve Bela Tarr gibi yönetmenlerin filmlerine hayran kaldığını, bir günde çok fazla film izlediğini belirten Tansoy, konuşmasını şöyle sürdürüyor:
“Eğer bir filmi beğenmezsem, bana bir şey vermeyeceğini hissettiğim an, rahatlıkla sinemadan çıkarım. Bu bir gala dahi olsa fark etmez. İstanbul Film Festivali’nin eskiden hafta sonları gece seanslarında 2 film koyardı. Onlarla birlikte günde toplamda, 7 film izlediğimi biliyorum.”
Tansoy, “Her sinemanın kendine özgü bir kokusu olduğunu düşünürüm. İlk o salona girince, dev perde ve ışıkların sönmesi ile mutluluğum başlar. Her filmi izlemem, seçerim, zamanım kıymetlidir. Salgın döneminde sinemalar kapandığı zaman çok mutsuz oldum. Antalya’da yaşadığım ve her film zaten gelmediği için, internetten izlemek zorunda kalırım. Sinemada izlemek çok daha iyi filmleri, ama gelmezse yapacak bir şey yok” sözleriyle sinema salonlarına olan aşkını anlatıyor.
Sinemayı, hayatında ilk sıraya koyan Tansoy, festivallerde de çok sevdiği sanatseverle tanıştığına değinip “Film aralarında hiç tanımadığımız insanlar ile fikir alışverişinde bulunmak, bir kahve içmek beni çok mutlu ediyor. Sağlığım devam ettiği sürece hayatımda sinema olacak” vurgusu yapıyor.
Festivallerde yaşadığı maceraları ve günlük film koşturmasını, bir kısa film yönetmeni arkadaşı tarafından film haline getirilmesi teklifi aldığını bildiren Tansoy, o şartların henüz gelişemediğini ama o film yapılırsa izlemekten büyük mutluluk duyacağını söyleyerek konuşmasını bitirdi.
Bülent Coşkun
Coşkun: Sinefil, sinemada film izlemek için vakit yaratır
“Festivallerin belirli bir izleyici kitlesi vardır ve bu kişilerin hepsi birebir tanışmamış olsalar dahi birbirlerini bilirler. Ben kendimi sinefil olarak tanımlıyorum ama tabii bu kavramın ne kadar hakkını veriyorum orasını bilemeyeceğim. Katıldığım film festivallerinde zaman içerisinde tanıdık bir simaya sahip olduğunu düşünüyorum ama sinema camiasında ne kadar tanınır olduğum konusunda bir fikrim yok” sözleriyle sinefilliğine işaret eden Bülent Coşkun, 14 yıldır Bursa’da yaşıyor İngilizce Öğretmenliği yapıyor.
“Sinefil” kelimesinin ironik olarak bir rahatsızlığı da ifade ettiğini belirten Coşkun, “sinema hastası” olarak tanımlanan sinefili şu şekilde açıyor:
“Bunu bir hobi olarak da tanımlayanlar var Fakat hobi dediğimiz kavram, kişinin boş zamanlarını değerlendirmek için bulduğu aktivitelerdir. Oysa bir sinefil, sinemada film izlemek için vakit yaratır. Gerçek bir sinemasever filmleri, başka platformda ve daha konforlu izleme şansı varken, imkânlarını zorlayarak sinemada izleyendir bana göre.”
Üniversite yıllarından bu yana sinemayla ilgilendiğini, tiyatro topluluğunda tanıştığı sinema sevdalısı Canan adlı arkadaşı vesilesiyle sinemayla bağ kurduğunu anlatan Coşkun, onun seçimleri doğrultusunda filmler izlemeye başladığını, izledikçe ne kadar doğru seçimler yaptığını fark ettiğini ve zamanla sinema sevgisinin geliştiğinden söz ediyor. Sıradan bir izleyici iken sinemanın bir anda kendisi için tutkuya dönüştüğünü vurgulayan Coşkun, çocukluğunda yaşadığı ilçede bir açık hava sineması olduğunu, komşularının bahçe duvarına tırmanıp Türk filmi izlediklerini söylüyor.
Coşkun, sinemada izlediği ilk film Demi Moore ve Gary Oldman’ın başrollerinde oynadığı The Scarlet Letter (Kırmızı Leke) ve sonrasında Mel Gibson’ın rol aldığı Braveheart (Cesur Yürek) filmlerinin orta çağ atmosferinin kendini çok etkilediğini belirtiyor. 2004 yılında Ereğli’de yaşarken bir gün Radikal Gazetesi’nin Pazar ekinde yer alan “Out İstanbul Film Festivali”nin ilk gittiği festival olduğunu anımsatan Coşkun, bu festivalin sonraki yıllarda bazı politik ve homofobik gibi çeşitli bahanelerle yapılamadığına değiniyor.
“Kolay kolay filmin ortasında çıkmam, sabırlı bir izleyiciyim”
Yaşadığı şehirden farklı şehirlerdeki festivale gitmenin masraflı olduğunu kaydeden Coşkun, “Festival takip etmek, benim için bir tutku olduğundan işin bu kısmıyla çok da ilgilenmiyorum. Elime kâğıt kalemi alıp ‘Şu kadar maliyet çıkıyor’ diye hesap yapmışlığım yoktur. İlk zamanlarda yakın arkadaşlar veya kuzenlerde kalıyordum. Festivaller en fazla birkaç gündür. Daha sonraki yıllarda festivalin olduğu sinemalara yakın olması için otelleri tercih etmeye başladım” diyor.
Bursa’da sinema etkinliklerinin artmaya başladığına dikkat çeken Coşkun, Nilüfer Belediyesi ve Başka Sinema’nın işbirliğiyle yıllardır düzenli olarak gösterimler yapıldığını ve bunları kaçırmadığını belirtti. Her ay düzenlenen “Bir Yönetmen Bir Söyleşi” konseptli etkinlikler vesileyle “Sen Ben Lenin” filminin yönetmeni Tufan Taştan ile bir söyleşi yapabildiğinin altını çizen Coşkun, film zevkini şöyle açıklıyor:
“İzleyeceğim filmin senaryosu, kurgusu, oyunculukları, sinematografisi, yönetmenliği belirli bir seviyenin üzerinde olmalı. Aksi takdirde seyir deneyimi, tatsız bir sürece dönüşebiliyor. İşte burada da ‘Çok film izlemenin laneti’ dediğimiz şey ortaya çıkıyor. Bir zaman sonra daha az filmi beğenmeye başlıyorsunuz. Kolay kolay bir filmin ortasında çıkmam, sabırlı bir izleyiciyimdir. Fakat hiç sevmediğim veya çıkmak istediğim filmler elbette olmuştur. Yanılmıyorsam 2005 yılının Ankara Film Festivali’nde Kapsül / Primer (2004) adlı filmi buna örnek verebilirim. En son da Başka Sinema’da izlediğim Cemil Şov filmi de bir türlü gelmeyen finaliyle beni epey darlamıştı.”
“Sinemanın dönüştürücü bir gücü olduğuna inanıyorum”
Özcan Alper’in yönettiği “Sonbahar” filmini, arkadaşlarıyla vizyona girdiği ilk gün izleyen Coşkun, filmin etkisinden saatlerce çıkamadığını hatırlıyor. Nuri Bilge Ceylan’ın, “Kasaba” filmini izlerken akıp giden siyah beyaz şiirsel kadrajlara ağladığında itiraf eden Coşkun, Reha Erdem’in insanlık hallerini büyüleyici bir sinema diliyle anlattığı “Korkuyorum Anne” filmini favorileri arasında gösteriyor. Roman Polanski’nin “Apartman Üçlemesi” filmlerine hayran olduğunu belirten Coşkun; Jean Luc Godard, Pedro Almodovar ve Luchino Visconti’nin filmlerini de çok seviyor.
18 yıldır festivalleri takip eden Coşkun, bir gün içinde 3’ü festivalden, 2’si de vizyondan 5 film izlemiş. Sinema salonuna girdiğinde “huzur” ve “mutluluk” duyan Coşkun, Covid-19 salgını sürecinde sinemaya hasret kaldığını belirterek şöyle anlatıyor:
“Salgın sürecinde bilhassa sürekli takip ettiğim festivallerin ertelenip iptal edilmesi, beni ziyadesiyle üzdü. Ben de bu dönemi, sinema tarihinin önemli kilometre taşlarından olan, adını hep duyduğum ama izleme fırsatı bulamadığım filmleri seyrederek değerlendirmeye karar verdim. Billy Wilder’ın, Sunset Bulvarı’ndan (1950), Cecile B. DeMille’in On Emir’ine (1956), Mike Nichols’ın Aşk Mevsimi’nden (1967), Brian De Palma’nın Yaralı Yüz’üne (1983) kadar onlarca film izledim.”
Festivalleri izlerken pek çok arkadaş edindiğini bildiren Coşkun: “İnsanın, kendileriyle ortak bir dile sahip, benzer zevkleri paylaşabileceği, keyifli sohbetler edebileceği arkadaşlar edinmesi harika gerçekten. Bunun dışında ben, sinemanın dönüştürücü bir gücü olduğuna inanıyorum. Festival yolculuklarım boyunca düşünsel ve entelektüel anlamda ufkumun genişlediğini, daha töleranslı, daha hoşgörülü bir insana evrildiğimi fark ettim. Tüm bu süreç, benim için çok besleyici ve öyle olmaya da devam ediyor” vurgusu yapıyor.
Sadık bir izleyici olduğundan festival temsilcilerinin de kendisini tanıdığını kaydeden Coşkun, özellikle 1995’ten beri hiç tükenmeyen bir enerjiyle Gezici Festival’i düzenleyen festival direktörü Başak Emre iyi arkadaş olduklarını ve festivaller dışında da iletişimde kaldıklarından söz ediyor.
Emre ile festivalin dokuzuncu yılında tanıştıklarını anlatan Coşkun, bu süreçte yalnızca festivalin Kars ayağında başlayan sürecini takip edemediğini ama her yıl Gezici Festival’i Ankara’da takip ettiğini belirtiyor. Bu süreçte yüzlerce film izlediğini anı biriktirdiğini, gözlem yaptığını ve insanlar tanıdığını söyleyen Coşkun, “Sağlığım, enerjim ve imkânlarım yerinde olduğu sürece festivalleri ve sinemayı takip etmeye devam etmek niyetindeyim. Tüm bunları ileride yazıya dökerim belki. Bir anda bu maceram film olarak karşıma çıksa çok şaşırırım tabii ki. Benim için büyük bir sürpriz olur!” diye bitiriyor konuşmasını.
24 Saat gazetesinin PDF dosyasını indirmek için tıklayınız