Türkiye’de üniversiteler arasında büyük eşitsizlik olduğuna işaret eden Eğitim Sosyoloğu Kaymak, eğitim sisteminin “tek tipleştirme” biçiminde çalışmadığını, okulların hiçbir zaman torna makinası olmadığını vurguladı. “Kalkınmakta olan bir ülkenin, kimya, fizik ve biyoloji bölümü mezunlarını işsiz bırakması, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur” diyen Kaymak, acilen vakıf ve taşra üniversitelerinin yeniden ele alınmasını önerdi.
CENGİZ ALDEMİR / ANKARA
24 Saat Gazetesi’nin sorularını yanıtlayan Eğitim Sosyoloğu Murat Kaymak, eğitim sosyolojisinin, toplumun bir kesimini oluşturan eğitimciler, öğretmenler, davranış bilimleri ve eğitimsel süreçlerle ilgili tüm araştırıcılar için önemli ve gerekli bir çalışma alanı olduğuna dikkat çekti. Eğitim sistemindeki sorunlara ilişkin değerlendirmelerde bulunan Kaymak, eğitim kervanının yolda düzülecek bir alan ve okulun torna makinesi olmadığının altını çizdi.
-Bugünkü yükseköğrenimi, nitelik açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Saptadığınız eksiler ve artılar nelerdir?
Tüm eğitim sisteminde olduğu gibi yükseköğretim sisteminde de önemli sorunlar var. Bu sorunların önemli bölümü yükseköğretim ile işgücü piyasalarındaki bağlantıdan kaynaklanıyor. Yükseköğretim, bireyin iyi bir yaşam sürmesini sağlayacak olan mesleğe hazırlar. Ancak o mesleklerde istihdam imkânları sınırlı veya hiç kalmamış ise yükseköğretim bundan olumsuz biçimde etkilenmektedir.
Türkiye’de istihdamın yükünü hizmet sektörü çekmektedir. Sanayi, tarım ve inşaat hizmet sektörünün ancak yarısı kadar istihdam imkânı sağlayabilmektedir. Sektörlerin ihtiyaç duyduğu elemanlar, belirlenen statüler için gerekli görülen eğitim düzeyi tamamıyla yükseköğretim olmadığı gibi tarım ve inşaat sektöründe yükseköğretim mezunlarının istihdam oranı düşüktür. Buna karşılık bütün sektörlerde istihdama katılmada yükseköğretimin payı yüksektir, yükselmeye de devam etmektedir. Bugün eğer gençlerimiz, bir şekilde üniversite diplomasının peşinde koşuyorsa nedenlerinden biri üniversite mezununun daha kolay iş bulduğuna dair güçlü inançlarıdır. Bunda haksız da değillerdir. Çünkü hizmet sektörünün nerede ise tamamında yükseköğretim mezunları istihdam edilmektedir.
Fen Edebiyat, İktisadi İdari Bilimler, Eğitim Fakülteleri hatta Hukuk Fakülteleri işsizler ordusuna yeni üye kazandıran fakülteler haline dönüştüler. Kalkınmakta olan bir ülkenin, Kimya, Fizik ve Biyoloji bölümü mezunlarını işsiz bırakması üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
Yükseköğretim sistemimizde eğitimin niteliğini birkaç açıdan ele almalıyız. Bugün Tıp Fakültelerindeki eğitimin dünya üzerindeki tıp eğitiminden geri kaldığını söyleyemeyiz. Ancak açılan yeni fakülteler, bugünkü durumu geriye çekebilir. Türkiye’nin bazı üniversiteleri mezun ettikleri öğrencilerle dünyada kolaylıkla iş bulma imkânını sağlayabiliyor. Hâlâ ODTÜ, Boğaziçi gibi üniversitelerimiz eğitimin niteliğinden taviz vermemek için direniyor. Akademik kadrolara yapılan müdahaleler gelecekte bu üniversitelerin de yaşanan vasatlığın bir parçası olacağını şimdiden göstermektedir.
Üniversiteyi, üniversite yapan gelenekleridir. Bizde üniversiteler, politik mücadele alanının merkezine çekilmekte. Aslında tüm eğitim sistemi içinde de geçerli olan şudur: Eğitimi konuşuyorsanız ülkenin sosyo- ekonomik, politik yapısını konuşuyorsunuzdur. Politik ve ekonomik yapısı sorunlu olan bir ülkede, o sorunları çözmeden ideal bir sistem kuramazsınız. Bu nedenle bu sorunların çözümü de bu yapının düzelmesine bağlıdır. Üniversiteleri nitelikli eğitim açısından değerlendirmek için kullanılan ölçütlerden biri akademisyenlerin yaptıkları yayınlardır. Akademik yükselme için hocalar puan toplamak durumundalar. Bilim insanları hazırladıkları makaleleri cebinden para ödeyerek uluslararası yayın yapan dergilere göndermekteler. Bu dergilerin önemli bir bölümü paravan dergiler. Bu yayın politikası Türkiye’deki akademik kadronun niteliği üzerine gölge düşürmektedir. Bugün, “Profesör” unvanı taşıyıp da üniversite kapısından öğrenci olarak girmesi dahi zor olan bazı kişilerin hoca olarak kürsüleri işgal etmiş olduğunu görüyoruz. Üniversitelerimizin sorunları konusunda sayısız raporlar bulunuyor.
Üniversiteler arasında büyük eşitsizlik var
-Üniversitelerde verilen eğitim sizce ülkenin her yerinde eşit düzeyde mi?
Bırakınız ülkenin her yerinde eşit olmasını aynı üniversitenin için de de eğitimde eşitsizlik sorunu içinde değerlendireceğimiz uygulamalar var. Üniversitelerin çoğu, Yükseköğretim Kurumu (YÖK) tarafından belirlenen programları ya da onaylanmış programlar çerçevesinde dersler vermekteler. Ancak bu dersler için sağlanan ortamlar, dersleri veren hocaların nitelikleri çok farklı olmaktadır. Taşra üniversitelerinde bir profesörden ders almadan çok sayıda mezun olan öğrenciler bulunmakta. Bölümler gerekli planlama yapılmadan açılıyor.
Öğrencilerin tercihi, bize hangi üniversitelerin daha iyi, hangilerinin daha geride kaldığını hemen göstermektedir. Genellikle ilk tercihlerdeki üniversiteler iyi, sonraki tercihlerdeki üniversiteler geride kalmış üniversitelerdir. Bir öğrenci, üniversite tercihi yaparken gayet bilinçlidir. Tercihini yaparken, üniversitenin niteliği hakkında bilgi sahibidir. Bunun yanında üniversitenin bulunduğu yeri, imkânlarını, maliyetlerini dikkate alır. Öğrenci, bu şekilde daha iyi olana yönelir. Ancak bütün öğrenciler için bu geçerli olmamaktadır. Çünkü üniversite tercihinde daha belirleyici olan bir faktör var: Giriş sınavı. Öğrencilerin tercihi buradan aldıkları puana göre olmaktadır. Bu durumda üniversitelerin öğrenci almak için belirlediği puan aralığı, üniversiteler arası eşitsizliği gösteren ölçütlerden biridir.
Devlet üniversitelerinde personel, maddi imkânlardaki eksiklik öne çıkmakta. Ama daha önemlisi üniversitelerin bulunduğu şehirlerin kültürel farkı kendi başına bir eşitsizlik kaynağıdır. Şırnak’ta üniversite okumak ile İstanbul’da okumak aynı görülemez. Şırnak’taki bir gencin sosyal olanakları sadece üniversite içinde değil şehirle de sınırlıdır. Eğitimin eşitlenmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Eşitlenmesi gereken öğrencilerin, akademisyenlerin bulunduğu koşullardır, kullandıkları araç ve gereçlerdir.
-Ülkede iyi ve kötü üniversite ayrımı yapılıyor mu? Yapılıyorsa bu ayrım hakkındaki görüşünüz nedir?
Elbette ki Boğaziçi, ODTÜ mezunu ile Kars’taki üniversiteden mezun bir mühendis, eşit tutulmamaktadır. Boğaziçi ve ODTÜ mezunları elbette ki 5 adım önde başlamaktadır. Özel sektörün kendine göre kriterleri var, dolayısıyla eleman alırken kullandıkları ölçütler üniversite mezunları arasında okuduğu üniversite üzerinden bir ayrıma dönüşebilir. Kamu sektöründe böyle bir ayrım yerine başka ayrımlar devreye girmektedir. Bir ODTÜ mezunu pekâlâ Kars’taki üniversiteden mezun olan karşısında mülakat yoluyla geride kalabilmektedir.
Üniversiteler arasında öğrencilerin, halkın şu iyi şu kötü biçiminde bir ayrım yapması çok doğaldır. Çünkü bu üniversitelerin nitelikli hale gelebilmesi için önce akademik kadronun nitelikli hale gelmesi gerekiyor. Taşrada açılmış bir üniversitenin, nitelikli bir akademisyeni bünyesinde tutabilmesi çok zordur. Taşra kültürü, böyle bir akademisyene özgürce yaşama ve çalışma imkânı veremez.
Okullar torna makinası değildir
-Türkiye'de ki eğitim ile iyi eğitim sistemlerine sahip ülkeler arasında en önemli farklılıkları sıralayabilir misiniz?
Bir eğitim sisteminin iyi olarak tanımlanması o ülkenin ihtiyaçlarını karşılamasıyla ilgilidir. Çünkü eğitim sistemleri, belli amaçlar etrafında kurumsal yapılara dayanır. Türkiye’nin sorunu, bu amaçlar etrafında bir uzlaşma bulunmamasıdır. Doğal olarak bu da, “Nasıl bir toplum olacağımız” ile ilgili bir büyük uzlaşmanın olmaması anlamına geliyor. “Nasıl bir toplum olmamız gerektiğinde” uzlaşamamış bir toplum, iyi bir eğitim sistemi var edemez. Bunu kurumsallaştırıp gelecek kuşaklara taşıyamaz.
Örneğin zorunlu eğitim döneminin en önemli amacı, toplum olabilmek için gerekli bütünleştirici unsurların verilmesidir. Zorunlu eğitimin bütünleştirici rolünün “tek tipleştirme” gibi bir kavrama indirgenmesi tümüyle yanlıştır. Hangi sistemi getirirseniz getiriniz, eğitim sistemi, “tek tipleştirme” biçiminde çalışmaz. Okullar hiçbir zaman torna makinası değildir. Okulların düzenin aygıtı olması, düzenin diğer kurumlarıyla olan ilişkisine bağlıdır.
Türkiye’deki sistem, eğitimin kelimenin tam anlamıyla “milli eğitim” haline gelmesini önlemektedir. Bu nedenle sınırlı bir süre için seçilmiş iktidarların eğitimin amaçlarında keyfi değişimler yapması önemli bir sorun olarak görünmektedir.
İkinci önemli farklılık, eğitim kademelerin belirlenmesinde ve bu kademeler arasındaki geçişle ilgilidir. Örneğin Türkiye’deki zorunlu eğitimin 4+4+4 biçiminde bölümlendirilmesi akılla, bilimle açıklanabilecek bir durum değildir. Üçüncü önemli farklılık, eğitim ve istihdam arasındaki ilişkinin bozulmuş olmasıdır. Dördüncü önemli farklılık, Türkiye’nin hâlâ eğitime erişim ve nitelikli eğitim, sorunlarını çözememiş olmasıdır. Türkiye Eğitim Derneği’nin geçen yıl hazırladığı bir raporda, 676 bin çocuğun okul dışında kaldığı tespitine yer verilmişti. Bunların önemli bir bölümünün kız çocukları olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Erişime dair bu sorunlar yaşanırken erişenlerin de nitelikli eğitimden istenilen oranda yararlanamadığını uluslararası kuruluşlar bize göstermektedir.
Dünyada ülkeler, önemli ölçüde benzer programlar uygulamakta. Sistem içine yönelik benzer standartlar koymaktadır. Sonuç olarak da eğitim sistemleri bir birlerine daha çok benzemekte. Özellikle UNESCO, OECD ve Avrupa Birliği bu konuda çok belirleyici olmaktadır. Türkiye şu anda uluslararası eğitim göstergeleri bakımından bu tehlikeyi hisseden ülkelerden biridir. Eğitim planlaması sorunlara toplumun uzun dönem hedeflerini dikkate alarak yaklaşmak demektir. Bizdeki ise bakandan bakana göre değişen bir eğitim modelidir. Reform adıyla yapılan bu uygulamalar eğitim tarihimizi bir reformlar çöplüğüne dönüştürmüştür.
-Türkiye’de eğitimin yüzde kaçı devlet tarafından karşılanmaktadır? Sizce yüzde kaçını karşılaması gerekir?
Burada bir konuya açıklık getirmeliyim. Genel ve zorunlu eğitimde esas olan eğitimin, bir kamu hizmeti olmasıdır. Bu hizmetin doğrudan devlet tarafından verilmesi ile özel kuruluşlar tarafından verilmesi belirleyici bir sorun değildir. Önemli olan kamu hizmeti olup olmadığıdır. Kamu hizmetinde ise esas belirleyici olan kamusallıktır.
Eğitim kamusal olmalı
-Bir hizmeti kamusal kılan nedir?
Bu sorunuzu bir örnekle ortaya koyacak olursak Suudi Arabistan’daki eğitimin devlete ait olduğunu söyleyebiliriz ama kamusal olduğunu söyleyemeyiz.
Eğer özel eğitim kurumları açık bir aleniyete sahipseler, verdikleri eğitimle toplumun tüm üyelerinde bize ait duygusu yaratıyorlarsa bu kurumlar kamusaldır, Ancak özel okullar verdikleri eğitimde topluma kapalıysalar, toplumun bir kesimi tarafından kabul edilmeyen, onlara kapalıysa, hizmetten yararlanmak için konulan kriterler toplumun belli bir kesimine sunulan ayrıcalık ise bu okullar kamusal eğitim veren okullar değildir. Bu çerçevede baktığımızda, Türkiye’de eğitimin kamusallığının sadece özel eğitim kuruluşları bakımından değil, devlet okulları bakımından da sorunlu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Din eğitimi, toplumun bir bölümünü dışarıda bıraktığından devlet okullarındaki kamusallığı problemli hale getirmektedir. Kamusallık herkesin olanın hiç kimsenin olduğu düşüncesine dayanır. Oysa zorunlu eğitim içindeki İmam-Hatip okulları toplumun bir kesimine eğitim hizmeti sunan okullardır. Özel okullar ise eğitim hizmetinden ancak istedikleri parayı verenlerin yararlanabileceği kuruluşlardır. Kamu hizmetinin kâr amaçlı olamayacağı ilkesini dikkate almamaktadırlar. Özel okullar önemlidir. Eğitimdeki birçok yeniliğin özel okullar aracılığıyla ortaya çıkarıldığı ve yaygınlaştığını söylemek isterim. Ne yazık ki bizdeki özel okullar, devlet okullarının zaaflarından beslenen okullar. Kişisel görüşüm, zorunlu eğitim düzeyinde özel okul olmamalıdır.
-Yükseköğrenim görebilmenin sosyo-ekonomik konumda bir rol oynadığını düşünüyor musunuz?
Elbette. Gelişen meslekler, iş gücünün giderek daha fazla eğitim almasını gerektiriyor. Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labour Organization- İLO) her yıl dünya ölçeğinde “İstihdam ve Sorunlar: Eğilimler” raporunu yayınlamakta. Türkiye’deki istihdamın önemli bir bölümü asgari ücret üzerinden gelir elde ediyor. Bu işlerin önemli bir bölümü yükseköğretim gerektirmeyen vasıf düzeyi düşük işler. Oysa biz buralarda yükseköğretim mezunlarının çalıştığını görüyoruz. Yüksek ücret getiren işler ise lisansın yeterli olmadığı alanlar. Örneğin yazılım alanındaki istihdam bu açıdan dikkat çekicidir. İLO’nun 2021 Raporunda şöyle bir öngörü yer alıyordu:
“Daha da kötüsü, yeni yaratılan işlerin çoğunun düşük üretkenlik ve düşük kaliteli olması bekleniyor. 2019 ve 2022 arasında, yüksek gelirli ülkeler dışındaki tüm ülkelerde işgücü verimliliğindeki ortalama büyüme oranının kriz öncesi seviyelerin altına düşmesi bekleniyor. Kriz içerisindeki bir ekonomide yüksek eğitimlilerin iş kaybı genelde diğer eğitim düzeylerine göre az olur. Bu da bize şunu gösterir: İyi eğitim almazsanız iş bulmanız daha zor, işiniz varsa işinizi kaybetmeniz daha kolaydır.”
Eğitim kervanı yolda düzülecek bir alan değil
-Ülkemizde kamusal eğitimin özelleştirmeden etkilenme boyutları nedir?
Eğitimde özel öğretim kurumlarının durumunu önceki sorunuzda da değinmiştim. Orada daha çok zorunlu eğitim kademesine ilişkin düşüncelerimi ifade etmiştim. Tehlike aslında yükseköğretimde bulunuyor. Sözde vakıf üniversitesi olan ama özelde şirket üniversiteleri olarak çalışan kurumlar, sosyal eşitsizliğe odun taşımaya devam ediyor. Bunların çok az kısmına üniversite diyebilmek mümkün. Büyük çoğunluğu, para toplayan ve diploma dağıtan kurumlar niteliğinde. Bu diploma sahiplerinin politik karar alıcıları etkileme oranının yüksekliği de dikkate alındığında özellikle kamu kurumlarındaki istihdamda bu üniversitelerden gelen ama aranan niteliklere sahip olmayan çok sayıda insan yer alıyor. Kamu kurumlarındaki istihdamda liyakat tartışmasının bir ayağında da sözde vakıf üniversitesi mezunları yer alıyor. Türkiye, acilen vakıf ve taşra üniversitelerini yeniden ele almalıdır. Eğitim kervanı yolda düzülecek bir alan değildir. Demokratik bilinç düzeyini biraz daha yukarı çıkarmalıdırlar.
Anne-babalar eğitimin bir parçasıdır
-Anne-babaların, çocuklarına ne tür bir eğitim verileceğini belirlemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Anne -babalar eğitimin bir parçasıdır. Ancak ne tür bir eğitim verileceğini belirleyemezler. Ne tür bir eğitimin verileceğini Anayasanın çizdiği biçimde kanunlarla TBMM belirler. Millî Eğitim Bakanlığı ve Anayasal kuruluş olarak YÖK, ayrıntılandırır, uygulamaya koyar. Velilerin içerik belirleme yetkisi yoktur. Buna karşılık, okulların yönetimini, okulların fiziki koşullarındaki eksiklikleri belirlemede, yetkililere iletmede, çocukları ile okul arasında köprü olmada önemli rolleri vardır.
Velilerin okulla, okulun velilerle kurduğu ilişkide biraz yol almamız gerekiyor. Veliyi okulu, öğretmeni ihbar eden biri haline dönüştürmemek gerek. Velilerin öğretmenlerden özellikle ortaokul ve liselerde anne, teyze rolü oynamalarını beklememeleri gerekir. Öğretmen, bir sınıfa ve okula karşı sorumludur. Tek tek çocuklara karşı değil. Onun çocuğa müdahalelerini değerlendirmek önce zümre arkadaşlarına, okul yönetimine ve müfettişlere düşer.
-Küreselleşen dünyada özelleştirmenin eğitim- öğretimi ileriye taşıyabileceğini düşünüyor musunuz?
Tabii ki hayır. Temel hedefi toplum olma, ulus olma olan bir eğitim sisteminde, özelleştirme olmaz. Temel hakların kullanılmasında özelleştirme olmaz. Ayrıca eğitim sistemi, ekonomi sistemi gibi çalışmaz. Eğitim, bir taraftan yetiştirmedir, bir taraftan yetişmedir. Yetiştirme ve yetişmenin bir arada işlediği bir sistem bir ekonomik işletme mantığına oturtulamaz. Bu görevi kamu adına üstlenen devlet, aynı zamanda bu hizmetler için vergi toplamaktadır. Vergi toplayan bir devlet, kar etme anlayışıyla hareket edemez. Ederse ne olur, önce toplumu zayıflatır, sonra da kendisi zayıflar.