“Hiçbirimiz bizden olan, bilindik olanı değiştirmek istemeyiz”

17.10.2022

“Gidelim Buralardan Muhlis” romanıyla İpek, gitmek ve kalmak arasındaki arafta aşkları, mekânları, en çok da mülkiyet ve aidiyet kavramlarını ele alıyor. “Tozpembe aşkların masumiyeti”nin altını çizen İpek, bu ilk romanında okurlarını, Körekem Kasabası’nda ağırlarken kasaba sakinleri üzerinden bizleri, adeta “Ne kadar cesursun?” sorusuyla baş başa bırakıyor.

DİLEK ATLI - ANKARA

Bugüne kadar Türkiye’nin pek çok değerli edebiyat dergisinde öyküleriyle yer alan, 2012 yılında “Yaşar Nabi Nayır Dikkate Değer Öykü Ödülü’ne layık görülen Yazar Ali İpek’in İletişim Yayınları’ndan çıkan ilk romanı “Gidelim Buralardan Muhlis”, raflarda yerini aldı. Kitabın tanıtım yazısında, kalmak-gitmek; yersizlik yurtsuzluk-yabancılık, eğretilik ikilemlerinin romanı olduğu vurgulanıyor. Yazar İpek, kısa romanıyla ilgili sorularımızı içtenlikle yanıtladı.

-Bu ilk romana da adını veren Muhlis’i gözümüzde canlandırsak, “klasik” bir kasaba insanı geliyor akla. Ancak, biraz daha ayrıntı rica etsek okurlar için? Nasıl biridir Muhlis esasen?

-Muhlis, aşkı ile kasabası (Körekem) arasında tereddüt yaşayan, çoğu zaman iç sesine kulak verip ona göre karar veren, genelde pek konuşmayı sevmeyen hatta çok konuşulmasından hazzetmeyen biri. Bu yönüyle kasaba sakinlerinden pek bir farkı yok. Kasaba sakinleri, genelde dinleyen değil de anlatan taraftır. Dolayısıyla bir yabancı gördükleri an, kendi hayat tecrübelerini, nasihatlerini, yol gösterici kimliklerini hikâyelerle ya da hikâyeleriyle anlatırlar. Öğüt verme biçimleri böyledir. Muhlis’i onlardan ayıran kısım ise; Aşkı uğruna söylentilere kulak assa da pek umursamayacak biri olduğudur. Bunun yanında herkesin kusurlu olduğu gerçekliğini kabul etmiş ve buna göre kusursuz kısımlarla yetinmeyi öğrenmiştir. Hayat, insanın tamam hissettiği konularda da neler neler öğretir insana değil mi? Muhlis ve Nurgül karakteri, yalnız ve sevgiye aç, temiz insanlar. Hepimiz özünde bir parça mutluluğu çok görmeyiz kendimizde. Herkes kadar hak ettiğimizi yargılamalarından rahatsız da oluruz elbette. Muhatabımızın kusurunu gördüğümüzde ya da en ufak hatasında ona karşı yaptığımız iyiliklerimizi hemen oracıkta ortaya dökeriz. Dökerken de abartırız hatta. Aynı kusur muhataptan bize gösterildiğinde kabullenmemiz hiç de kolay olmaz. Üste çıkmaya aklanmaya çalışırız başta. Hikâye oluşurken tozpembe aşkların masumiyetinin altını çizmek istedim. Hiçbir karakter tam olarak iyi, tam olarak kötü değil.

-İnsan, neden gitmek ya da kalmak ister? Kendini bulmak, ait olduğun yeri bulmak ile özdeş olduğu için mi gitmek ister insan, yoksa evinde olduğunu bildiği için mi kalmak ister?

-Aslında Körekem kasabası sadece Muhlis için bir yuva diyebilirim. Uzaklaşmamak için direniyor. Kopmak kolay olmuyor onun için. Aidiyet hissettiklerini bir bir sıralıyor karar verirken. Kasabanın hikâyesi, her ne kadar aşk barındırsa da orayı makul kılmıyor. Sakinlerinden konuşursak, Nurgül için mekânsal değil de algısal mutluluk hali önemli. “Neresi olursa olsun,” düsturuyla yaşıyor. Gidecekleri başka kasabalarda yabancı olduklarında baskıların oraya nazaran daha az olacağı kanaatinde. Mutluluk konusunda; mutlu insan daha fazla mutluluğu hak edendir ama mutsuz insana en büyük dilimi vermek istemez miyiz?

-Artık sadece küçük kasabalarda değil, büyükşehirlerde de doğru bildiğimizin yalan olduğu gerçeğini kulak arkası ederek günlük görünen, bilinen hikâyelerle kendimizi kandırıyoruz diyebilir miyiz? Ne oluyor, büyükşehirler de kasabalaşıyor mu? Yoksa, insanlar mı daha çok korkar oldu yüzleşmelerden?

-Dünya geneli için söylüyorum, içinde bulunduğumuz durum içler acısı. İnsanlıktan çıkmak diye bir tabir var. Ülkeler, kıtalar arası göçler, tarih boyunca vardı. Şimdi daha görünür ve belirgin. Herkes hikâyesini, azığını alıp yola çıktı. Bu yolculuk hali, yol hali, gitme isteği, mecburiyeti de mahcubiyeti de beraberinde çok şey doğurdu. Herkes hikâyesini de beraberinde götürdü. Kimi hikâyesiyle kaldı.

İnsan, acılarını paylaşmak için muhatabının da acı çekmiş olmasını önemsiyorsa hepimiz aynı zeminde değil miyiz? Tanımladığınız gibi karanlık atmosfer canımızı çokça yakıyor. Kıyıya vuran çocuklar, kimin içini parçalamıyor ki? Hikâyede bir kasabadan dem vurdum. Şimdi ise metropollerde de aynı durumlar mevcut. Muhlis’in dediği gibi “Sırtımdakiler, taşıdıklarımdan daha ağır.”

Romanın içinde geçen, kasabaya adını veren ve her farklı ağızda detayları farklılaşan bir hikâye var. Ekrem’in aşk hikâyesi. Neredeyse mite dönüşen bu hikâye, kişiden kişiye değişiyor.

Roman, konusu itibari ile bir günde geçtiği için, kesin bir tarih gerekmediğini düşündüm. Evet dediğiniz doğru Körekem kasabası nerede olduğunu bilmediğimiz distopik dünyalara ait bir yer gibi gözükse de herkes için bilindik bir yer. Bir yanıyla masalsı. Etrafımdaki çoğu insan, anılarda yaşıyor. Şimdide gözükseler bile eski zamanlardan çıkamıyor. Çıkmak istemiyor belki. Biriktirdiklerinden sermayeli hayatlar üzerine çokça düşündüm. Arada çok ince sınır var. Ya da şöyle düşünelim; Geceden kalma o güzel rüyayı gün boyu düşünmek insana iyi geliyor. Bu denge, mevcut yaşamda var zaten. Düne dair yaşanmışlıklar, tecrübeler ve acılarla, günümüzü yad ediyoruz. Bu da bir ihtiyaçtan doğuyordur sanırım. Tıkandığımız, baş edemediğimiz yerlerde başarılarımızı da gözden geçiriyoruz. Zaman değiştiği için sözcükler de elbette değişiyor.

Bu hikâye üzerinden bir düşünce geliştirecek olsak gidince ne oluyor, kalınca ne oluyor? Bu ‘”Ne oluyor” kısmı daha yoğunluklu hangi duygularla ilintili sizce? Yalnızlık, cesaret, korku, umut, belirsizlik… Kitabı yazarken kafamda iki imge vardı; kalmak ve zorunda kalmak. İlkinde aidiyet duygusu çıktı karşıma. Hiçbirimiz bizden olan, bilindik olanı değiştirmek istemeyiz. Beter olan da beterin beteri de bizdense yabancılaşmayız. İnsan dediğimiz kiminin affına kimininse bahtına sığınır ve yaşamı boyunca bir yurt, yuva aradığı gibi öldükten sonra da kalacak yerini dahi merak edendir. Ülke değiştirmekle, şehir değiştirmek aldığımız radikal kararlardır ve hiçbiri başta hoşumuza gitmez. Kıpırdamak istemeyiz. Mülk edindiğimizde eşyalarımıza da aynı duygular sirayet eder. Mümkün mertebe onları da hareket ettirmek istemeyiz. İkincisi ise zorunda kalmak. Muhlis’in dediği gibi “İnsan gömülmek istediği yerden uzakta yaşamak istemez.” 

Gündelik hayatta karşılaşabileceğimiz fail, “Mecbur kalmasaydım yapmazdım,” diyor ve gerekçeli karara ilişkin işlediği suç ne olursa olsun haklı çıkmaya çalışıyor. Bu söylemi sadece suç unsuru olarak kastetmiyorum. Mecbur kalıp da ölen, öldürülen, evlenen, doğuran nice insan var. Melih Cevdet’indi sanırım; “Kendimizi var edemediğimiz için yok ediyoruz” sözü. Herkes bilindik bir hikâyeyi başka türlü görüyor, zorundaymış gibi anlatıyor. Nedenleri sorulduğunda da “O zamanlar öyleydi,” deyip kabulleniyor ve sineye çekiyor. Yaşamları taşrada ya da kasabalarda veya köylerde geçenlerden sık duyduğum kabullenme biçimidir. Bu bağlamda hikâyede geçen tüm karakterlerin uhdeleri var zaten.