
Av turizmi adı altında nesli tehlike altındaki türlerin hedef alınması ve yaban hayvanlarının yasa dışı yollarla yurtdışına çıkarılması, biyoçeşitliliği tehdit ediyor. HAYTAP Ankara Temsilcisi Sayılgan, etik ve sürdürülebilir bulmadığı av turizmiyle doğanın ticarileştirilmesinin, biyoçeşitliliğe geri dönülmez zararlar verdiğinin altını çizdi.
Berfin Kahraman
Türkiye’de yaban keçisi ve kızıl dağ keçisi gibi türlerin, av turizmi kapsamında hedef alınması, hayvan hakları savunucuları ve doğa korumacılarının tepkisini çekiyor. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde av turizmi adı altında yaban keçisi, kızıl dağ keçisi, geyik ve çengel boynuzlu dağ keçisi gibi türlerin avlanmasına izin veriliyor.
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın belirli bölgelerde ve türlerde izin verdiği av faaliyetleri, “sürdürülebilirlik” ve “popülasyon kontrolü” gerekçesiyle savunulsa da birçok uzman, bu uygulamaların doğaya geri dönüşü olmayan zararlar verdiğini belirtiyor. Bakanlık bu izinleri belirli kota ve ücret karşılığında yerli ve yabancı avcılara sunarken, bu uygulama doğa koruma dernekleri ve hayvan hakları savunucuları tarafından yoğun şekilde eleştiriliyor. Yaban hayvanlarının postları, kemikleri ve boynuzlarının yasa dışı yollarla yurtdışına çıkarılması da kaçakçılık boyutunu gündeme getiriyor.
“Yaşam hakkı, tüm canlılar açısından en temel hak”
Hayvan Hakları Federasyonu (HAYTAP) Ankara Temsilcisi Pelin Sayılgan, av turizmi ve hayvan kaçakçılığının doğal yaşam üzerindeki olumsuz etkilerini ve sürdürülebilir doğa koruma politikalarını değerlendirdi. Doğal Hayatı Koruma Vakfı (World Wide Fund for Nature-WWF) tarafından yayımlanan Yaşayan Gezegen Raporu’na işaret eden Sayılgan, avcılığın bazı hayvan türlerinin popülasyonuna etkisi üzerine dünyanın çeşitli bölgelerinden örnekler verip 1970’ten bu yana dünya genelinde omurgalı tür popülasyonları ortalama yüzde 68 azalırken, en büyük kaybın yüzde 84 ile sulak alan türlerinde yaşandığını anlattı.

Pelin Saygılı
Sayılgan, av turizminin etik ve sürdürülebilir bir faaliyet olmadığı, birçok olumsuzluk yarattığı, avcılığın spor olarak addedilerek bir canlıyı öldürmenin meşru olmadığını belirtip şu değerlendirmeyi yaptı:
“Spor, eşit taraflar arasında yapılır ve ‘sonunun ölümle bitmemesi gerekir.’ Avcılıkta ise kendini savunma şansı olmayan bir canlıya silah doğrultulması söz konusudur. Bir geyik evimize, mutfağımıza kadar girip bizleri öldürmeye kalkmaz ama insanlar onların evlerine kadar girip ailelerini, yuvalarını dağıtmayı kendine hak görür. Hafızalarımız, maalesef annesi avcılar tarafından öldürülüp savunmasız kalan hayvan yavrularının trajik hikâyeleriyle dolu. İnsanlar, sadece daha zeki oldukları için başka bir canlının hayatı üzerinde tasarruf hakları olduğunu düşünür. Fakat bunun kabul edilebilir hiçbir yanı yoktur. Çünkü yaşam hakkı, tüm canlılar açısından en temel haktır ve söz konusu yaşam hakkı olduğunda tüm canlılar eşittir. Dolayısıyla, ahlaki açıdan değerlendirildiğinde avcılığın cinayetten farkı yoktur.
2025’in ilk çeyreğinde, Güney Afrika’da kaçak avcılar, 100’den fazla gergedanı öldürmüş; bunların 65’i ulusal parklarda gerçekleşmiştir. Güney Afrika, dünya çapında yaklaşık 16.000-18.000 gergedanla en büyük gergedan nüfusuna sahipken, siyah gergedanlar yalnızca Afrika’ya özgü olup sayıları yaklaşık 2.000 ve kritik derecede tehlike altında olan türler kategorisinde. Brezilya’nın Amazon bölgesinde, Amazon manateni (Trichechus inunguis) türü, aşırı avcılık ve habitat kaybı nedeniyle tehdit altında. Bu türün popülasyonu, yüzyıllar süren avcılık nedeniyle büyük ölçüde azalmış. Bugün, yaklaşık 60 manateni yavrusu rehabilitasyon merkezlerinde bakılmakta, bu da türün ne kadar kritik bir durumda olduğunu gösteriyor.”
“Genetik çeşitliliğin azalması, türlerin adaptasyon yeteneğini düşürür”
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın belirli türleri av turizmine açmasına ilişkin değerlendirmelerde bulunan Sayılgan, özellikle bazı türlerin mevcut popülasyonları, avlanmaya açılmaya uygun seviyede olmadığını belirtti. Türkiye’de de durumun hiç iç açıcı olmadığını, alageyik ve ceylan gibi türlerin nüfusunun oldukça düşük kaldığına işaret eden Sayılgan, şunları söyledi:
“Dünya Doğayı ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (The International Union for Conservation of Nature – IUCN) verilerine göre, Türkiye’de son 10 yılda küresel düzeyde tehlike altındaki tür sayısında önemli bir artış gözlemlenmiştir. 2015 yılında IUCN Kırmızı Listesi’nde Türkiye’den 1.000’den fazla tür yer alırken, 2025 itibarıyla bu sayı yaklaşık 1.200’e çıkmıştır. Bu, türlerin yaklaşık yüzde 20’sinin daha tehlikeli kategorilere (CR, EN, VU) dahil olduğu anlamına gelmektedir. Bu veriler, avcılığın sürdürülebilir bir faaliyet olmadığını göstermektedir.

Eski Milli Parklar Genel Müdürü Hüsrev Özkara, bu türlerin avlanmalarının türlerin devamlılığı açısından risk oluşturduğunu belirtmiştir. Örneğin, avcılıkla birlikte küçük popülasyonlarda genetik çeşitliliğin azalması akraba evliliği riskini artırır ve bu da sağlıklı üremenin önünde engeldir. Bu durum, türlerin devamlılığı şansını azaltmaktadır. Özellikle küçük popülasyonlarda genetik çeşitliliğin azalması, türlerin adaptasyon yeteneğini düşürür ve hastalıklara karşı savunmasız hale gelmelerine neden olabilir. Bunların yanında, avlanan türlerin ekosistem içindeki rollerinin kaybolmasıyla diğer türlerin popülasyonları olumsuz etkilenmektedir.”
Türkiye, imzacısı olduğu uluslararası sözleşmeleri çiğniyor
Av sezonunda; hangi canlının, ne kadar vurulacağına, nerelerde avlanılabileceğine karar veren Merkez Av Komisyonu’nun, yarısından çoğunun avcılardan oluştuğu ve komisyona konunun uzmanı bilim insanlarının dâhil edilmediğini vurgulayan Sayılgan, kurul tarafından verilen kararların, hiçbir bilimsel yeterliliğe sahip olmayan avcılar tarafından alınmasını eleştirerek, açıklamalarını şöyle sürdürdü:
“Son yıllarda nesli küresel ölçekte tehlike altında olan elmabaş patka ve üveyik türlerinin avına izin verilmesi bunun en yakıcı örneklerinden. Buradan hareketle Türkiye’nin imzacısı olduğu uluslararası sözleşmeleri çiğnediğinin de altını çizmemiz gerekir. Örneğin, Türkiye, taraf olduğu Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin 6. ve 8. maddeleri uyarınca nesli tehlike altındaki türleri korumayı taahhüt etmiş durumda. Fakat görünen o ki, Merkez Av Komisyonu bu kararları hiçbir şekilde tanımıyor. Avlaklar doğru seçilmiyor, bilimsel veriler ciddiye alınmıyor ve denetim yok denecek kadar yetersiz.
Av listesindeki türlerin neye göre belirlendiğine dair bir açıklama yapılmıyor. Üstelik, çoğunlukla, açıklanan av listesindeki türlerin avlanıp tüketilmesi gibi bir durum da söz konusu değil. Avlanma gerekçesi olarak öne sürdükleri popülasyon artışını destekleyen bir veri de yok. Tam aksine, Dünya Doğayı ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği, 2024 Ekim ayında dünya genelinde 16 kıyı kuşu türünün tehdit kategorisini yükselterek bu türlerin neslinin iyiye gitmediğini duyurdu. Bugün her sekiz kuş türünden birinin nesli tükenme riskiyle karşı karşıya bulunuyor ve dünya çapında kuş türlerinin yüzde 60’ı azalmaya devam ediyor. Bu bağlamda Türkiye’de de üveyik ve elmabaş patkaların avlanmasına izin verilmesi ciddi risk oluşturuyor.”
Amanoslar ve Munzur Vadisi’nde tehlike
Sayılgan, yaban keçisi, kızıl dağ keçisi (Capra aegagrus) gibi farklı isimlerle anılan dağ keçilerinin, Dünya Doğayı ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği Tehdit Altındaki Türlerin Kırmızı Listesi’ne 2008 yılında girdiğini ve hâlâ “hassas” bir tür olarak kırmızı listede olduğunun altını çizerek sözlerine şöyle devam etti:
“Dağ ya da yaban keçileri, batıda Datça’dan Toroslar’a; doğu ve güneydoğuda 4.000-4.500 metre yüksekliklere kadar geniş ve dağınık bir coğrafyada uzun bir süredir yaşıyor. Yaban keçilerinin avlanması, türün sayısını ciddi ölçüde azaltmaktadır. Özellikle dişi bireylerin avlanması, üreme oranlarını düşürerek popülasyonun yeniden artışını engellemektedir. Küçük popülasyonlar, genetik çeşitliliğin azalmasına yol açar. Bu durum, türün hastalıklara karşı direncini düşürür ve adaptasyon yeteneğini sınırlar. Popülasyonun azalması, ekosistem dengesinin bozulmasına da yol açıyor. Yaban keçileri, otçul beslenme alışkanlıklarıyla bitki örtüsünün kontrolünde rol oynar ve sayılarının azalması, bitki örtüsünün dengesiz büyümesine ve diğer türlerin yaşam alanlarının daralmasına neden olabilir. Av turizmi, Türkiye’nin iklim kriziyle mücadele ve biyoçeşitlilik hedefleriyle çelişiyor.
Amanoslar’da yaban keçisi, vaşak gibi türlerin sayılarının azaldığı bildirilmektedir. Bu türlerin azalması, bitki örtüsünün kontrolsüz büyümesine ve yangın riskinin artmasına neden olabilir. Yangınlar, atmosferdeki karbonu serbest bırakır ve iklim değişikliğini hızlandırır. Yine, Munzur Vadisi Milli Parkı, zengin flora ve faunasıyla dikkat çekmektedir. Bölgede yaban keçisi, bozayı, vaşak gibi türler yaşamaktadır. Burada da yaban keçileri, bitki örtüsünün kontrolünde ve ekosistem dengesinin sağlanmasında önemli rol oynamaktadır. Sonuç itibarıyla, biyoçeşitliliğin korunması, ekosistem dengesinin korunmasına yardımcı olur; sağlıklı ekosistemler, karbonu daha verimli bir şekilde depolar ve iklim değişikliğine karşı direnç gösterir. Bu noktada uluslararası yükümlülüklerimiz açısından maalesef sınıfta kalmış bulunuyoruz.
Türkiye’nin av turizmini desteklemesi, biyolojik çeşitliliğin korunması ve sürdürülebilir kullanımını hedefleyen Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’ne, su kuşları ve sulak alanların korunmasını hedefleyen Ramsar Sözleşmesi’ne ve yabani bitki ve hayvanların korunmasını amaçlayan Bern Sözleşmesi’ne aykırılık teşkil etmektedir. Sonuç itibarıyla, araştırmalar, avcılığın türlerin popülasyonlarını azalttığını ve ekosistem dengesini bozduğunu göstermektedir. Bunun yanında biyolojik çeşitliliğin azalması, iklim değişikliğiyle mücadeleyi daha da zorlaştırmaktadır. Bu da Türkiye’nin uluslararası yükümlülükleriyle uyumsuzdur.”
“Rant odaklı bakış açısı bilimin önüne geçiyor”
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın Av Yönetim Bilgi Sistemi (AVBİS) üzerinden yayımlanan avlak haritalarında, bazı koruma altındaki alanlarda avlanmaya izin verdiğini bildiren Sayılgan sözlerini şöyle tamamladı:
“Alacadağ, Çığlıkara, Dibek, Güllük Dağı-Termessos, Beydağları Sahil, Altınbeşik Mağarası, Saklıkent, Köprülü Kanyon, Kızıldağ, Kovada Gölü, Kurşunlu Şelalesi, İncekum, Mavikent, Tekirova, Salda Gölü, Serenler Tepesi, Yazılı Kanyon, Gölcük, Başpınar, Zeytintaşı Mağarası, Kocain Mağarası, Burdur Gölü, Karataş Gölü, Düzlerçamı, Sivridağ, Gündoğmuş, Kıbrısçayı, Gidengelmez, Dimçayı, Kekova, Patara, Belek ve Salda gibi alanlarda avlanmaya izin veriliyor. Bu durumun ekosistem dengesine zarar vereceği ve biyoçeşitliliği azaltacağı aşikâr. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın bilimsel veriler ışığında kararlar alması gerekiyor ama maalesef rant odaklı bakış açısı bilimin önüne geçiyor. Tarım Bakanlığı çıkarılmasında rol oynadığı, mutfağında başrolü üstlendiği yani bir anlamda kendi çıkarttığı kanunları kendi çiğniyor. Şu an gerek sokak hayvanları gerek yaban hayatı gerekse birçok doğa katliamında birbiriyle bu kadar çelişen kararların hayata geçirilmesi, kanunların kendi içinde bu derece tutarsız olmasının nedeni, doğaya rant gözüyle bakılması. Bu düzen, gölgesini satamadığı ağacı keser, dolayısıyla yasaların ihlalini eleştirmekten ziyade, eleştiri oklarımızı daha temel bir noktaya çevirmek durumundayız. Karşılaştığımız problemler içinde yaşadığımız ekonomik sistemden kaynaklanıyor.
“Doğa dostu turizm modellerini de konuşabiliriz”
Av turizmi yerine doğa dostu, sürdürülebilir alternatif gelir modellerinin mümkün olduğunu belirten Sayılgan sözlerini şöyle tamamladı:
Aslına bakarsanız ülkemiz doğal kaynakları, coğrafyasının getirdiği avantajlar ve genç iş gücüyle güçlü bir ülkedir. Ülkemizin sorunu yokluk değil, eşitsizlik ve sömürüdür; yoksulluk buradan doğar. Ne zaman hayvanların hayatı söz konusu olsa bize, bunun karşısına illaki bir gelir getirici faaliyet koyma zorunluluğunu dayatmalarını sahtekârca buluyoruz. Yaşam hakkı, tıpkı bizler gibi hayvanların doğuştan gelen temel bir hakkıdır ve tartışmaya ya da pazarlığa açık değildir. Neden alternatif gelir yaratmaya uğraşmaktansa ekonomideki gedikleri devletçi, antiemperyalist politikalarla kapatmıyoruz? Ekonominin kurtuluşu dağ keçilerinin canını pazara çıkarmaya kaldıysa vay halimize! Ülke kaynaklarını yabancı tekellere, bir avuç zengin aileye peşkeş çekip sonra da ‘Buradan gelecek turizm gelirine ihtiyacımız var’ diyerek korumakla yükümlü olduğun hayvanların ihaleler yoluyla ölüm ilanını vermek ikiyüzlülük değil de nedir? Bizler tıpkı bizim gibi bu ülkenin bir parçası ve sahibi olan hayvanlarımızın yerli/yabancı turistlere pazarlanıp öldürülmesini de oradan gelecek parayı da istemiyoruz. Emeğimizin, ürettiğimizin karşılığını alalım, o bize haydi haydi yeter. İşte o zaman sürdürülebilir, doğa dostu turizm modellerini de konuşabiliriz. Sulak alanlarda kuş gözlemciliği, dağ yürüyüşleri, yerel rehberlerle flora-fauna tanıtımı, kültürel turlar, doğayla uyumlu tarım, arıcılık, geleneksel şifacılık gibi uygulamaların turizmle entegre edilmesi, eko-köy turizmi, ‘slow food’ köyleri, fotoğraf safarileri doğa dostu seçenekler olabilir. Günün birinde, avcılığın yasaklandığı, ağaçların kesilmediği, gölgelerinin satılmadığı bir ülkede…”