6

“Yargı Gölgesinde Basın ve İfade Özgürlüğü” başlıklı online söyleşi düzenlendi

Gazeteciler Cemiyeti tarafından Avrupa Birliği (AB) desteğiyle yürütülen Demokrasi için Medya/Medya için Demokrasi (M4D) Projesi kapsamında “Yargı Gölgesinde Basın ve İfade Özgürlüğü” başlıklı online söyleşi düzenlendi. Türkiye’de yargı kararlarıyla basın ve ifade özgürlüğündeki son durumun ele alındığı söyleşinin konuğu, Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Erinç Sağkan ile yargı alanında uzman gazeteci Alican Uludağ oldu. Moderasyonu gazeteci Yıldız Yazıcıoğlu’nun üstlendiği söyleşide, Ankara Barosu Başkanlığı dönemindeki açıklamalar nedeniyle kendisi de ifade özgürlüğü bağlamında yargılanmakta olan TBB Başkanı Erinç Sağkan ve Alican Uludağ kendi yargılanma deneyimlerini anlatarak, iletişim özgürlüğü, yargı ve iktidar siyaseti arasındaki ilişki değerlendirildi.

Gazeteciler Cemiyeti Başkan Yardımcısı ve M4D Proje Direktörü Yusuf Kanlı açılış konuşmasında, Türkçe yayın yapan uluslararası haber sitelerine RTÜK’ten lisans alma şartının getirilmesine değindi. Kanlı’nın ardından TBB Başkanı olarak savunma hakkı boyutuyla Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğü tablosunu yorumlayan Erinç Sağkan, öncelikle Rusya Ukrayna Savaşına yönelik, “Savaşın kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere kırılgan grupların yaşam hakkı ihlali ve diğer ihlalleri beraberinde getiren olgu olduğunu biliyoruz. Uluslararası tüm aktörleri bu hak ihlallerini sonlandırmak, dur demek için harekete geçmeye davet ediyorum” sözleriyle çağrıda bulundu.

Sağkan, “Basın özgürlüğü, iletişim özgürlüğü olarak değerlendirilmek durumunda”
Basın özgürlüğünün günümüzde sosyal medyanın da yaygınlaşması dolayısıyla iletişim özgürlüğü olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade eden Sağkan, “Basın ve ifade özgürlüğü ile bu tür hak ihlallerinde savunmanın bulunduğu pozisyon ya da savunma hakkı sınırlandırması gibi hak ihlalleri uzun zamandır Türkiye’de tüm yurttaşların yaşadığı sorunların başında geliyor. Anayasada ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kapsamında korunan haklardan olan basın özgürlüğü tüm dünyada sosyal medya kullanımıyla beraber kapsamı genişletilerek iletişim özgürlüğü olarak değerlendirilmek durumunda. Meslek grubu olarak basın mensuplarının özgürlüklerinin çok daha geniş anlamda yorumlanarak korunması gereken bir kavram bu ancak teknolojik dönem nedeniyle iletişim özgürlüğü kavramını düşünmeliyiz” dedi.

“Özgürlükler ve güvenlik dengesi ikilemi arasında sıkıştırıldığımızı görüyoruz”
Basın özgürlüğüne yönelik sınırlandırmaların aynı zamanda haber alma hakkını da engellediğini belirten Sağkan, “Basın özgürlüğü alanında hem haber verme özgürlüğünün engellediğini hem de haber alma özgürlüğünün ihlal edildiğini görüyoruz. Temelde basın özgürlüğüne getirilen sınırlandırmaların vatandaşın haber alma hakkını da engellemek için yapıldığını görmekteyiz. Basın ve ifade özgürlüğünü birbirinden ayrı kavram olarak değerlendiremeyiz. Basına konulan sansürün, basın mensuplarına dönük hak ihlallerinin tamamı aynı zamanda ifade özgürlüğü ihlalidir ve bu tüm yurttaşları ilgilendiren bir kavramdır. Özellikle sosyal medya kullanımında birçok yurttaşın herhangi bir konuyla ilgili tepkisini ortaya koyduğunda yargının harekete geçerek aslında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AHİS) ile koruma altına altında olan ifade hürriyetinin yok edildiğini görüyoruz. Bunları bir arada değerlendirince aslında çok uzun zamandır barolar, avukatlar olarak basın özgürlüğünün ifade hürriyetinin bizler için ne kadar önemli olduğunu ifade etme uğraşı içindeyiz. Ancak gelinen noktada yürütülen soruşturmaların ve kovuşturmaların ifade hürriyeti ve basın özgürlüğünü yok ettiği anlarda savunma hakkının da o soruşturma ve kovuşturmalarda ihlal edildiği süreçle karşı karşıyayız” dedi.

Sağkan devamla, “Tüm dünyada, özgürlükler ve güvenlik dengesi ikilemi arasında sıkıştırıldığımızı görüyoruz. Dolayısıyla basın özgürlüğünün sadece basına tanınan bir özgürlük değil aslında yurttaşların haber alma özgürlüğü ile ilgili bir özgürlük olduğunu benimsememiz, vurgulamamız gerektiğine inanıyorum. Son beş yıldır basının üzerindeki baskının ve sansürün çok ağırlaştığı karanlık bir dönemin içindeyiz. Gazetecilere yönelik soruşturmalar, davalar, sabaha karşı gözaltılar, tutuklama şartları oluşmadığı halde tutuklama tedbirlerinin uygulanması ile aslında bir basın mensubu üzerinden basının tamamına verilen bir gözdağı ve oto sansür olarak ortaya çıktı. Öte yandan basın kuruluşlarına uygulanan parasal yaptırım ve ilan kesme cezalarıyla da ekonomik bir buhranın içerisine sürüklenerek işlerine yapamama boyutu da var” sözlerine yer verdi.

Türk yargı sistemi, AİHM kararları ve AHİS’i değerlendiren yargı alanında uzman gazeteci Alican Uludağ, “2010 yılında yargı muhabirliğine başladım, Ergenekon sürecine de tanık oldum. Yargının iktidarın güdümüne nasıl girdiğini ve muhalifler üzerinde nasıl uygulandığını anlatmak gerekiyor. İktidar, FETÖ, Ergenekon ve Balyoz gibi davalardan yargının kullanışlı bir alet olduğunu gördü ve FETÖ’den aldığı o mirası 17 Aralık ve 15 Temmuz’dan sonra kullandı. 2014 yılında Hakimler Savcılar Kurulu (HSK) seçimleri olduğunda Yargıda Birlik Derneği kuruldu. Yürütmeyle uyumlu bir politika güdüleceği belirtilmişti, yürütmeyle uyumlu politika gütmek demek iktidar siyaseti neyse yargıda da o uygulanacak demekti. O kadro 2014 yılında seçimleri aldıktan sonra gerçekten de buna uyumlu siyaset uyguladı. 2010’daki YSK değişikliğinin ardından hakim ve savcıların da kendi HSK üyelerini seçmesiyle beraber 2014 yılında benzer şekilde HSK oluşturuldu” dedi.

Uludağ, “Hakimler ve savcıların darbe girişiminden sonraki ihraçlarla beraber cesaretleri kırıldı”
HSK ile ilgili değerlendirmede bulunan Uludağ, “Türkiye’de, Hakimler ve Savcılar Kurulu sorunu var. Bu kurulun başkanı adalet bakanı, yardımcısı yine kurulda, adalet bakanı cumhurbaşkanlığına bağlı dolayısıyla iktidarın politikalarını uygulayan, amir olarak HSK’nın başında. Böyle bir HSK’da yargıyı yönetiyor. Alandaki hakimler ve savcıların özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonraki ihraçlarla beraber cesaretleri kırıldı. Hakim, savcılar bir yandan korkuyor bir yandan da tarafsız olmak istiyor mu? Gerçekten de hakim ve savcıların kimlikleri yargıç kimliğinin üzerine geçmiş durumda. Bundan dolayı siyasi iktidar da çok kolay yargıyı yönetebiliyor. Hakim ve savcılar yargının siyasi bir aygıtı olduğu için Türkiye’de de maalesef muhalifler üzerinde bu baskı ve sindirme kolaylıkla yapılıyor. Eskiden Türkiye’de asker siyaseti yönetiyordu ama şimdi yargı iktidar eliyle siyaseti yönetiyor. Yargının içine düştüğü siyasi tablo temizlenmediği sürece Türkiye’de ne temel haklar konusunda insanlar bir güvenceye kapılabilir ne de yargı tarafsız ve bağımsız olabilir” diye konuştu.

“Siyasi yargılamalarda yargı bağımsızlığından söz edemiyorsunuz”
Ankara Barosu Yönetim Kurulu üyeleri ile Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın cinsel yönelimle ilgili hutbesine karşı yaptıkları açıklama nedeniyle savunmanın yargılanmasına ilişkin bilgiler veren Sağkan, “Bu sistemin içinde sivil tolum örgütü yöneticiliği gibi hak temelli çalışılması gerekilen yerlere talip olduğunuzda bu tür soruşturma ve kovuşturma süreçlerini de göze almanız gerekiyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın özellikle LGBTİ+ bireyleri ve nikahsız yaşayan insanları hastalık taşıyıcısı olarak hedef göstermesi bize göre nefret suçu oluşturan bir söylemdi. Üstelik bu söylemi Cuma hutbesinde yaptı. Yasanın bize verdiği insan haklarını koruma görevi kapsamında bu söyleme karşı bir kamuoyu açıklaması yaparak, cumhuriyetin savcısına suç duyurusunda bulunduk. Bu tarz davalarda sürekli kullanılan bir yöntem var. Önce sosyal medyadan linç kampanyası başlatılıyor, bazı basın yayın organlarında hedef gösteriliyor, cumhuriyet başsavcılıkları açıklama yapmak zorunda hissediyor, ilgili kamu kurumlarından bakanlık düzeyinde açıklamalar yapılıyor ve terörize hedef gösterilme söylemleri sonrasında yargı süreci başlıyor. Bizde bunları yaşadık. Bu kadar ağır bir baskıdan sonra Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturmanın bu kovuşturmaya evirileceğinden yana en ufak bir şüphemiz kalmamıştı. 9 Mart’ta ikinci duruşmamız olacak. Özellikle siyasi yargılamalarda yargının çok ağır baskı altında olduğunu biliyoruz. Siyasi yargılamalarda yargı bağımsızlığından söz edemiyorsunuz. Fakat bazen de Anayasa Mahkemesi’nin veya Danıştay’ın özgürlükler lehine verdiği kararlar verdiğini görebiliyoruz. Bunlar da halen bizim bu ülkedeki yargı sistemine inanma, güvenme konusunda bizi şaşırtabiliyor” dedi.

“Kendi yargı sistemime güvenmek istiyorum”
Sağkan, dava kapsamında yargının özgürce karar vermesini talep ettiklerini belirterek, “Bir hukukçu olarak böyle bir davanın ve soruşturma sürecinin hiç yürütülmemesi gerektiğini gayet iyi biliyorum ancak yapılan yargılama sonucunda kendi yargı sistemime güvenmek istiyorum. Dönem dönem savunduğum pozisyonda şimdi sanık rolündeyim ve bu rolde adaletin tesis edildiğini bir yurttaş olarak görmek istiyorum. İstedikleri kadar ceza versinler bu dosya ya Anayasa Mahkemesi ya da AİHM tarafından bana iade edilecek zaten ancak ben kendi yargı sistem, ilk derece yargımda bunun gerçekleştiğini görmek istiyorum. Hiçbir endişem yok ancak endişe etmeme konusundaki garantimin AİHM olmaması gerekir. Kendi yargı sistemim bana bu garantiyi sunması lazım, ben maalesef ki yargılanırken kendi sistemime değil AİHM’e güveniyorum. Beklentimiz yargının özgürce karar verip bu mücadeleye destek olması, yurttaşların kendisini bir hukuki güvenlik içinde hissetmesine katkı sunmasını talep ediyoruz” dedi.

“Terörist yerine bu kez casusluk suçlamasıyla karşı karşıyayım”
Gazeteci Duygu Güvenç ile beraber rahip Brunson davası yanı sıra Ankara Gar Saldırısı, dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman’ı hedef gösterme gibi çeşitli davalarda yargılanan Uludağ da yargılanma sürecine ilişkin, “Cumhuriyet gazetesinde çalıştığım dönemde iktidar trolleri tarafından sürekli terörist algısı yaratılmaya çalışıyordu. Haber takibi yaparken kendimi gazeteci değil de terörist gibi hissediyordum, şimdi başka bir kurumda terörist yerine bu kez casusluk suçlamasıyla karşı karşıyayım. Gerçekleri yazma çabanız varsa bu hiçbir zaman iktidarın hoşuna gitmez. Yaptığım haberler nedeniyle akreditasyonum iptal ediliyor habere bilgiye ulaşma hakkım engelleniyor, hakkımda dava açılıyor gözdağı veriliyor. Yargı muhabiri olmak en çok risk altındaki muhabir kesim arasında yer almaktır” diye konuştu.
Uludağ, takip ettiği haberler ve sosyal medya paylaşımlarına getirilen erişim engeli kararlarına yönelik ise “En çok yaşadığımız sorunlardan biri bu. Erişim engeli kararları çok kolay alınıyor. Haberlerimiz ve Twitter paylaşımlarımız kaldırılıyor. AYM benzer erişim engeli kararlarıyla ilgili pilot karar verdi ancak yargı kolaylıkla hukuka uymayan kararlar vermeye devam edecek” dedi.

“Hakim ve savcıların zararların tazminatındaki rücu sistemlerin konuşulması gerek”
AYM ve AİHM kararlarına ilişkin değerlendirmede bulunan Sağkan da “Hükümetin artık bu konudaki açıklamaları AİHM ve Avrupa Konseyi tarafından inandırıcı bulunmuyor. İlk kez Türkiye aleyhine sözleşmenin 18’inci maddesine aykırılıktan karar verildi. Yargılamaların siyasi olduğu vurgulandı. AİHM’in 18’inci maddeden ihlal kararı vermesi bir ilkti. Türkiye’de uygulanan bir anayasamız yok. AYM başkanının bu konudaki söylemi de bir o kadar önemliydi. AYM’nin bazı hak ihlali kararlarının yerel mahkemeler tarafından somut uyuşmazlık olmadığı için emsal olarak uygulanmadığı ve bu nedenle AYM önüne binlerce bireysel başvurunun geldiğini söyledi. Demek istediği AYM ve AİHM’de verilen kararların benzer dosyalarda binlerce dava dosyası var, yerel mahkeme tarafından uygulanması gerekiyor. Hakim ve savcıların buradaki uygulamalarından kaynaklı zararların tazminatındaki rücu sistemlerin konuşulması gerektiğini düşünüyorum” sözlerine yer verdi.

“Anayasamız var, AİHM imzacısı taraf ülkelerden biriyiz buna rağmen hak ve özgürlüklerimiz yok ediliyor ve yargı dur demiyor”
Sağkan, kişilik hakları ihlali gerekçesiyle haberlere getirilen erişim engellemelerine yönelik de “Çatışan hakların yarıştığı durumdan söz edebiliriz. Bu konu tüm dünyada bir tartışma konusu. Anayasal hak ve özgürlüklerin birbiriyle çatışmasında hangisine ağırlık verileceğine ilişkin değerlendirme yaparken hakkın sınırlanmasında özüne dokunup, dokunmadığına bakmamız lazım. Burada ölçülülük ilkesi temel alınmalı. Ancak genel uygulamada ölçülülük ilkesi tamamen yok edilerek masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkı adı altında özgürlüğün tamamen yanında yer alırken, haber alma ve haber verme özgürlüğünü yok eden bir uygulamaya dönüştüğünü görüyoruz. Oysa AYM’nin işaret ettiği gibi bir düzenleme hukuk devletinde işe yarayabilir, ancak biz bunun uygulamada yansımasını ne kadar göreceğiz emin değilim. Anayasamız var, AİHM imzacısı taraf ülkelerden biriyiz buna rağmen hak ve özgürlüklerimiz durmaksızın yok ediliyor ve yargı buna dur demiyor. Mevut uygulama iktidarın bir baskı unsuru olarak hem basın özgürlüğünü yok ettiği hem de vatandaşın haber alma özgürlüğünü yok ettiği, yargının tamamen araç kılındığı bir uygulama” değerlendirmesinde bulundu.