Gazeteciler Cemiyeti tarafından yürütülen ve Avrupa Birliği (AB) tarafından finanse edilen “Demokrasi için Medya/ Medya için Demokrasi” programı (M4D) kapsamında, Ankara’daki Basın Evi’nde düzenlenen gazetecilerle buluşma etkinlikleri devam ediyor. Haziran ayı Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi Buluşmaları kapsamında Hukuk Akademisi Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Avukat Ömer Lütfü Avşar, “Seçimlerin Hukuksal Boyutu” konulu söyleşi ile Türkiye tarihinde yaşanan seçim süreçleri ve son olarak 31 Mart’ta yapılan ve sonrasında iptal edilen seçime ilişkin açıklamalarda bulundu.
Söyleşinin açılış konuşmasını yapan M4D Koordinatör Yardımcısı Seva Erten, Avşar’ın Türkiye Küba arasında kurulan dostluk köprüsünün temellerinin atılmasında etkin rol oynadığına işaret ederek, Haziran ayı gazetecilerle haftalık buluşmalarının ay sonu son bulacağını ancak buluşmaların Eylül ayı itibariyle yeniden hız kazanacağını söyledi.
Türkiye’nin yaşadığı en büyük sorunun bilgi kirliliğinden kaynaklandığı ifade ederek sözlerine başlayan Avşar, “Geçmişten ve güncelden hareketle bazı şeylerin altını çizmemiz gerekiyor. Türkiye’nin yaşadığı en büyük problem muazzam bir bilgi kirliği içinde olması, bu bilgi kirliliği son dönemlerde hem kurumlarda liyakatsiz görev yapımı hem de o kurumların ve kurumların başındaki siyasi partilerdeki kişilerin o kurumda yarattığı manipülasyonun etkisiyle vatandaşların doğru kararları alabilecek bir alt yapıya sahip olmaması diye belirtiliyor” dedi.
“İlk kez 1950’de Yüksek Seçim Kurulu’nu Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşturduk”
Türkiye tarihinde geçmiş dönemlerde yapılan seçimler ve kanun değişikliklerini hatırlatan Avşar, şöyle konuştu:
“1946 seçimleri ve seçimlerde demokrasiye aykırı gizli oy ve açık tasnif ile ilk demokrasideki zedelenmemizi gündeme alıyoruz. 1946 seçimlerine gidilmeden 8 ay önce kurulmuş bir parti ve seçim kanununda bir değişiklik yapılmadan yapılmış bir seçim ve 1946’dan 1960’a gelene kadar seçimlerde yaşadığımız oy oranları çok önemli. 1946 yılında CHP seçimlerde yüzde 87 oy alıyor, Demokrat Parti ise yüzde 11 oy. Bu durumda CHP 465 milletvekilinin 395’ini alıyor, Demokrat Parti de 66 milletvekili çıkarıyor. Matematiksel olarak bakıldığında muazzam bir haksızlık ve tarihe düşülmüş bir kötü seçim sonucu görülüyor. Bunları hiç gündeme getirmiyoruz. Demokratik bir sürece geçiriyoruz. 1950 seçimlerini yapıyoruz, bu kez Demokrat Parti yüzde 52 oy alıyor, CHP yüzde 40 oy. Ama Demokrat Parti 408 milletvekili çıkarıyor, CHP ise 69 milletvekili. 1954 seçimlerinde Demokrat Parti yüzde 57 oy alıyor CHP yüzde 35. Demokrat Parti 502 milletvekili çıkarırken, CHP 31 milletvekili çıkarıyor. 1957’de Demokrat Parti yüzde 50’nin altına iniyor ve yüzde 47.9, muhalefet yüzde 52 oy alıyor, ama mecliste milletvekilli sayısının 424’ü Demokrat Partili muhalefet ise 186. Demek ki seçimlerin güvenli yapılması seçim kanunun uygulanması salt demokrasinin yürümesi için yeterli bir alan değil. Seçim yapılmasının amacı demokrasinin yaşatılabilmesi için gerekli olan tek unsurun seçme yeterliliği yaşına geldiğinden itibaren iradesini net bir olarak yürütmeye yönetime yansımasını sağlamamız. 1946’daki açık oy, gizli tasnifle sonrasında kapalı oy, açık tasnif arasında demokrasiye yansıyan farklılık yok. Sorunu çözen yasalar değil, yasaların uygulanma şeklidir. 1946 da bunu yaşayan iktidar seçimlerin hakim gözetiminde yapılmasına kendi karar veriyor. İlk kez 1950 yılında biz Yüksek Seçim Kurulu’nu (YSK) Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşturuyoruz.”
Avşar, “2018 değişikliği ile ilk defa kanunun durumuna aykırı bir değişiklik yapıyoruz”
1950’den beri kanunun aynı olduğunu ancak 2018 değişikliği ile ilk defa kanunun durumuna aykırı bir değişiklik yapıldığının altını çizen Avşar, “31 Mart seçimlerinde tartıştığımız temel güncel yasanın ilk hali 1950’de yapılmış. 1950’de YSK’nın 11 asil 6 yedek üyesi var. 1960’daki ihtilalden sonra 1961 yasasıyla değişiklik yapılıyor ve 7 asil 4 yedek üye oluşturuluyor. 1961’de çıkan bu kanun halen yürürlükte ve Mecliste yasalaşırken gerekçesinde 1950’de çıkan kanunun gerekçesinde ne ise o gerekçe ile paralel bir gerekçe yer alıyor. Yani kanun çıkarken yenilenme diye bir şey yok gerekçe aynı gerekçe sadece sayılarda bir değişiklik var. Bilgi kirliliği nereden geliyor, ilk kanun ile 1961’deki kanun arasında bir fark olmamasına rağmen 2000’lere hatta 2010’lara kadar net bir şekilde uygulayabiliyoruz, sorun çıkmıyor. 2002’de bir seçim yapıyoruz Meclisin nerdeyse yüzde 70’ini alan iktidar partisi, buna rağmen biz seçim kanuna ve sandığa sahip olma ve bunu yaşatma konusunda tüm vatandaşlar topluluğu olarak büyük bir hassasiyet gösteriyoruz, bu haksızlıklara hiçbir zaman sokakta direnç göstermiyoruz. Her ne olursa olsun Meclisin yaşaması ve Meclisteki partinin yürümesi için anlayış gösteriyoruz. Kanunların da illaki güncel koşullara göre ihtiyaçlara göre yürütme tarafından kendine uygun hale getirilmesi için bir sürece giriyoruz. 1950’den beri kanun aynı ama 2018 değişikliği ile ilk defa kanunun durumuna aykırı bir değişiklik yapıyoruz. Ne yapıyoruz, kanunun uygulanmasını bertaraf edecek asil ve yedek üyede karmaşa yaratacak ve ilk defa YSK üyelerinin görev süresini uzatacak bir değişiklik yapıyoruz. Bu değişlikle de bugün hala YSK’nın kaç üyesi yedek, başkan ve başkan vekili dışında hangi üyeleri asil bilmiyoruz. Halbuki Anayasada YSK’nın 11 üyeden oluştuğu bunun yedisinin asil dördünün yedek olduğu bunların toplanarak bir başkan ve başkan vekili seçtiği belirtiliyor. Ail ve yedek üyelerin durumu görevlerinin farklı olmasının nedeni kurumların karar alma mekanizmasının süreklilik kazanması. 31 Mart Seçimleri iptal edilirken, seçimlerde usulsüzlük yapıldığına karar verilerek, tutanakların ve sonuçların iptaline karar verildi ancak altında 11 imza vardı. Bu hukuken şu sonucu doğurur eğer kanuna aykırı durum varsa bunun tespiti gerekir ve kanuna aykırı durum yokluk sonucunu doğurur. 31 Mart seçimindeki tutanak iptali kararı veya 2002’deki seçim iptali kararından birinin yok olması gerekir. Dolayısıyla sonuçların da yoklukla değerlendirilmesi gerekir. Güncel durumu tespit ederken neden bu kadar açık ve bariz olan konu kamuoyunda tartışmalara neden oluyor ve bu kadar hukuken net olan bir durumun Türkiye’de sonuç doğurmaması hali gerçekleşiyor, asıl yaşadığımız sorun bu. Seçimlerin kanuna uygun yapılması demokrasiyi sağlamıyor, kanunlarda her şey düzenlenmiş olsa da uygulanacak liyakatli bir sistem yoksa gene sonuç elde edemiyorsunuz. Dolayısıyla demokrasiyi yaşatabilecek sistem demek ki Türkiye’de daha başından beri hiçbir dönemde yürürlükte olma şartını elde edememiş”.
“Vatandaşı çok kolay manipüle edecek iktidarlar kurulmakta”
Seçim kanunundan daha elzem olan konunun siyasi partiler kanunun değişmesi olduğunu vurgulayan Avşar, iktidara gelen hiçbir partinin bu kanunun değişmesi konusunda çaba sarf etmediğini söyledi. Demokrasiyi yaşatmak için öncelikli olarak bu kanunun değiştirilmesi ve dolayısıyla siyasi partiler içinde demokrasi sağlamak gerektiğini bildiren Avşar, parlamentoya vatandaşın iradesini temsil edecek kişilerin gelmesinin önemli olduğunu savundu. Avşar, “Meclise, siyasi parti liderlerinin seçtiği ve onlara biat etmiş kişileri getirdiğiniz sürece kuvvetler ayrılığı kağıt üzerinde olsa bile geçmiş tecrübemizde de ortada olduğu gibi hiçbir şekilde uygulanması ve yaşatılması zaten mümkün olmayacaktır. Bu nedenle Türkiye’deki seçim süreçlerinde ve her seferinde seçimlerden sonraki iktidara gelen veya muhalefette olanların yaşadığı o seçim gününe tabii gülümseme veya üzgünlük sadece o gün değil. İşin aslına yönelik yaşadığımız seçim süreci bizim 1946’dan beri bugüne kadar hiç yok. Türkiye’de hiç kimse şu dönem vatandaşın iradesi Meclise yansımıştır ve demokratik kurallar uygulanmıştır ve şu iktidarda demokrasi yaşatılmış gibi bir örnek yok. O nedenle zaten vatandaşı çok kolay manipüle edecek iktidarlar kurulmakta. Bölündük birbirimizden nefret eder hale geldik diye düşünüyoruz bu 1970’lerde 1980’lerde de böyleydi. Bizi hep bölüştürerek, siyasi parti tutarak ve aslında hiç irademizin yansımadığı sandıklara mahkum ederek bir noktaya getirdiler” diye konuştu.
Geçmiş dönemlerden örnek vererek YSK’nın sadece 31 Mart Seçimlerinde hata yapmadığını kaydeden Avşar, Türkiye’de hiç kimsenin artık hukukun bir bilim olduğuna inanmadığını ve dolayısıyla hukuki bir muhakemenin olmadığını söyledi. Türkiye’de 15 Temmuz Darbe Grişimi’nden sonra yargıçların yarısının “terör örgütü üyeliği” gerekçesiyle tutuklandığını hatırlatan Avşar, bu nedenle yargıda büyük bozulmaların meydana geldiği değerlendirmesinde bulundu.
“YSK, iptal kararında HSYK iradesinde olan bir konu hakkında karar vermiş oldu”
YSK’nın 31 Mart Seçimlerini iptal etmesi konusunda değerlendirmelerde bulunan Avşar, YSK’nın son kararının 1950’den beri gelen uygulamaya tamamen aykırı bir yorumda bulunduğunu ifade etti. Kurumlardaki liyakatin bozulmasını ve niteliğinin değiştirildiğini belirten Avşar, şöyle konuştu:
“YSK dedi ki, sandık kurul başkanları kanuna ve seçime liyakat edilmedi. Sandık kurul başkanlarının kamu çalışanı olması gerekiyor dedi. 2018’e kadar 68 yıl boyunca kamu görevlisi olmadan siyasi parti temsilcileri ile sandık kurulları yaptık ve yürüttük. 2018 değişikliği sürecinde siyasi tepkinin yeteri kadar anlaşılması nedeniyle kaybettiğimiz bir durum var. YSK bunu dedikten sonra bir gerekçeli karar yayınladı, kamu görevlisi olmamasını tespit ettik dedi. YSK’nın bütün yapması gerekliliğindeki işlem, seçmeni, iradesini seçim sonucuna yansımasını sağlamaktı. Dolayısıyla sandık kurul başkanının kamu görevlisi olmaması nedeniyle seçmen iradesine nasıl yansıdığını, nasıl bir fiil nedeniyle o iradenin engellendiğini ortaya koyması gerekiyor. Ama salt bir maddi hüküm nedeniyle sandık kurul başkanı kamu görevlisi değil diye bunu iptal gerekçesine dayandırdı. İptal kararında HSYK iradesinde olan bir konu hakkında YSK karar bir vermiş oldu. Başka bir alana da müdahil olup bu konuda diğer bir kurumu baskı altına aldı. Yargıçları zan altında bıraktı ve onların yeniden görev yapmaları durumunda bir dahaki seçimde de vatandaşın gözünde şüpheli hale gelmelerine neden oldu. Bütün bunların olmasının nedeni yasada herhangi bir boşluğun olması değil, kanuna uygun bir karar almak yerine karara uygun bir kanun yolunu yapma zorunluluğundan kaynaklandı. Bu konuda benim iddiam YSK’nın verdiği kararın içeriğinin yargı yoluna gitmesi elbette ki mümkündür, yani seçimin iptal kararını itiraz konusu yapamazsınız. Ama YSK oluşma ve çalışma biçimi yani yedi asil üye ile toplanıp karar verme yetkinliği yerine 7 artı 4 ile karar vermesi farklı. Ve hangi üyelerin yedek hangilerinin asil olmasının bilinmeme durumu yargıya gidecek ve Anayasa Mahkemesi tarafından değerlendirilmesi gerekilen konu oldu. YSK kararına karşı itiraz yolu yok ama YSK’nın oluşumunun yasaya uygun olmaması, kararı verme şekli o kararı zaten yok hale getirdiği için bu nedenle kararın yokluğuna karar verilmesi gerektiğini Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğidir.”
Etkinlik haberini okumak için tıklayınız.