►YSK’ye: “Anayasaya aykırı karar alması seçimi gayri meşru kılar”
►CHP lideri Kılıçdaroğlu’na: “Sivil itaatsizlik yoluyla netice alınamaz”
►RTÜK’e: “Basın özgürlüğünde son sıralarda yer almamız utanç verici bir durumdur”
►Cumhurbaşkanına: “İki şapkası varsa Cumhurbaşkanlığı hakaret yönünden korumaya muhtaç bir makam değildir”
Kamuoyunda “Cumhuriyetin Savcısı” olarak tanımlanan Sabih Kanadoğlu, ufukta görünen seçimlerle ilgili olarak Yüksek Seçim Kuruluna seslenirken "Anayasaya aykırı karar alması seçimi gayri meşru kılar" dedi. Kanadoğlu, şu anda Türkiye’nin “sözde demokratik ülke” olmasına karşın, basının iletişim başkanlığı eliyle tam baskı altına alındığını söyledi ve özgürlükler yönünden son sıralarda yer alan Türkiye için bu durumu “utanç verici” diye nitelendirdi. Kanadoğlu CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun elektrik faturasını ödememe açıklamasını eleştirirken, “Sivil itaatsizlik yoluyla sonuç alınabileceğini sanmıyorum, yurttaşlarımızın bunu kişisel değerlendirmesini isterim” uyarısında bulundu. Kanadoğlu, mevcut anayasa hükmünün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a “3. kez aday olma” imkanı tanımadığını, üzerinde kuşkular bulunan “diploma” meselesinin de açıklığa kavuşturulması gerektiğini söyledi.
Sabih Kanadoğlu Gazeteciler Cemiyeti’nin AB Desteği ile yürüttüğü söyleşilere konuk oldu, gazeteci Nursun Erel’in sorularını yanıtladı. Başkan vekili Savaş Kıratlı ve Başkan yardımcılarından Yusuf Kanlı’nın açılış konuşmaları ile başlayan söyleşi çok sayıda gazeteci, hukukçu ve vatandaş tarafından izlendi. Gazeteciler Cemiyeti Başkan Yardımcısı ve M4D Proje Direktörü Yusuf Kanlı, “AB’nin Gazeteciler Cemiyeti’ne sağladığı destek kapsamında bu yayını gerçekleştiriyoruz. Özgürlük için Basın-Basın için Özgürlük projemiz çerçevesinde çok değerli konuğumuzla söyleşilerimize devam ediyoruz. Cumhuriyetin savcısı, bir ömrü hukuka, hukukun üstünlüğüne, hukukun hayatımıza yön vermesine adayan Sabih Kanadoğlu’nu aramızda görmekten mutluyuz” dedi.
Özlenen Türkiye
Nursun Erel, adalet ve hukuk üzerine söylenmiş sözlerle açtığı söyleşide “Adalet ve Hukuk yokluğundan anlaşılan o ki, tüm dünya şikayetçi, hatta bir Alman atasözünde -Eşitlik isteyen mezarlığa gitsin- bile denilmiş, acaba siz bugünü ve ülkemizdeki durumu nasıl görüyorsunuz?” diye sordu.
Kanadoğlu, “Hukuk ve adaletle ilgili sözler bana özlenen Türkiye’yi anımsatıyor. Bugün ihtiyacımız olan özlemini duyduğumuz çok açık adalet duygusu, hak hukuk ve maalesef Türkiye’de peşine düştüğümüz, olmasını arzu ettiğimiz düzen” dedi.
Kanadoğlu: “Türkiye sözde demokratik bir ülke”
Kanadoğlu, basın özgürlüğünün temel hak ve özgürlüklerin başında gelen vazgeçilmez bir hak olduğu vurgusunu yaparak, “Hiç kuşku yok ki Türk anayasası, bu yönüyle basın özgürlüğünü bütün dünyada çağdaş, özgür, demokratik ülkelerin anayasalarının taşıdığı hükümleri aynen kendinde muhafaza etmektedir. Bu şekilde baktığımızda yani kâğıt üzerinde anayasal devlet olarak Türkiye’de basın özgürlüğünün var olduğunu kabul etmeniz mümkündür. Fakat uygulamada basın özgürlüğü yoktur. Anayasası uygulanmayan bir ülkenin anayasal devlet olması mümkün değil. Son gelişmelerle her gün yeni bir ihlal görerek hem basının özgür olmadığını hem de halkımızın haber alma özgürlüğünün ortadan kaldırıldığını rahat bir şekilde ifade etmek mümkün oluyor. Hiçbir ülkede cumhurbaşkanlığı genelgesi gibi bir genelgeye rastlamak mümkün değil, böyle genelge çıkaran bir idarenin halk tarafından tepki alması ve iktidarda kalması olanak dışıdır. Ama Türkiye’de geldiğimiz nokta budur. İletişim Başkanlığı marifetiyle basının nasıl baskı altına alındığı ortadadır. Türkiye sözde demokratik bir ülke ama basın özgürlüğü itibariyle gerçekten halkın haber alma özgürlüğünün elinden alındığı ve basının tam bir baskı içinde olduğu açık bir şekilde görülüyor. Kaldı ki uluslararası basın örgütlerinin yaptığı araştırmalarda bizim son sıralarda yer almamız da Türkiye için utanç verici bir durumdur. Demokratik özgür bir ülke olacaksak eğer işe basından başlamamız gerekiyor” diye konuştu.
“Toplum olarak demokrasiyi özümseyemedik”
Gazeteciler Cemiyetince, aylık-yıllık yayımlanan ve Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğü ortamını yansıtan “Özgürlük için Basın Projesi Raporları” hakkında bilgi vererek, bu raporlarda sürekli kayda giren erişim engellerine değinen Erel, Kanadoğlu’na, “Kağıt üzerinde basın özgürlüğü olsa da Sulh Hukuk Mahkemelerine yapılan başvurular hemen, -habere erişimi yasaklama- ile sonuçlanıyor, hatta erişim engeli kararına ilişkin haberler de engelleniyor, bu kadarla da kalınmıyor ve haber linkleri geriye dönük olarak da sildiriliyor, nasıl değerlendiriyorsunuz?” Diye sordu.
Kanadoğlu, basın özgürlüğünün Türkiye’de hep sıkıntılı olduğuna işaret ederek, hukuk öğrenciliğinden bir anısıyla yanıt verdi:
“66 yıl önce üniversitede eğitim görürken idare hukuku hocamız Prof. Dr. Ragıp Sarıca, açılış dersine cüppeyle değil, ceketiyle gelmiş ve basın üzerindeki sansüre dikkat çekmek istediği için cüppeyi giymediğini ifade etmişti. 66 yıl önceki bu olay Türkiye Cumhuriyeti’nde demokrasinin geçirmiş olduğu macerayı hatırlatıyor. Türkiye’de basın özgürlüğü konusu sadece bugünün sorunu değildi, basın idare tarafından devamlı olarak tehlike olarak görüldüğü için her dönem farklı baskı yollarıyla kontrol altına alınmaya çalışıldı. Toplum olarak demokrasiyi özümseyemedik. Bu durum nasıl düzelir? Herhalde bu idarenin, yönetimin değişmesiyle ancak mümkün olur” dedi.
“Siyasetin içindeki bir cumhurbaşkanına hakaret ayrıca korumaya ihtiyacı olan bir makam değil”
“Cumhurbaşkanına hakaret” gerekçesiyle tutuklanan Gazeteci Sedef Kabaş’ın durumu ve benzeri 100 bini aşkın dava olduğunun hatırlatılması üzerine, Kanadoğlu, şu değerlendirmeyi yaptı:
“Anayasadaki çelişkilere bakmak lazım. Tarafsız olacağına dair yemin eden ancak bununla beraber yine anayasaya göre partiyle ilişkisi kesilmeyen bir cumhurbaşkanımız var. Böyle bir durumda TCK 299’uncu maddesindeki ‘cumhurbaşkanına hakaret’ ileri sürülemez. Cumhurbaşkanına iki şapka vereceksiniz biri parti genel başkanı diğeri cumhurbaşkanı. Kendisi istediği gibi görüşlerini açıklama eleştiri yapma imkanına sahip, ancak eleştirilerine cevap verilince cumhurbaşkanına hakaret şapkasıyla bu maddeyi yürürlüğe koyuyor. Tarafsız bir cumhurbaşkanı için bu makul karşılanabilir ama siyasetin içindeki bir cumhurbaşkanına hakaret ayrıca bir korumaya ihtiyacı olan bir makam değil. Yargı bağımsız değilse, üzerinde siyasi iktidarın etkisi varsa işte o zaman cumhurbaşkanına hakaret diye önüne gelen her olayda cumhurbaşkanı ne istiyor diye düşünen bir hâkim grubu görürsünüz. Bu Adalet Bakanlığı’nın iznine bağlı bir suçtur fakat o da bu görevini cumhurbaşkanının takdir edeceği bir şekilde kullanırsa ortaya çıkacak olan manzara budur.”
“Kadınları koruyan bir şemsiye açılmışken, kapandı”
Söyleşide Erel, Kanadoğlu’na İstanbul Sözleşmesi’nden “bir gecede geri çekilme” konusunu hatırlatınca, Cumhuriyetin savcısı, “Bunun hesabı 40 milyon Türk kadınına verilmelidir” diyerek, “İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak kadın cinayetleri artırdı veya artırmadı demek veya bunun kontrolünü yapmak güç. Ama şu bir gerçek ki, kadınları koruyan bir sözleşmenin dışına çıkmak bu alanda suç işlenmesinin daha kolay olabileceği intibağını vermiş olabilir. Kadınları koruyan bir şemsiye açılmışken, kapandı. Kabul edilebilir bir olay değil. Kanunla kabul edilmiş bir uluslararası sözleşmedir, üstelik de İstanbul’da imzalanmıştır, siz bir kararnameyle bunu kaldırıyorsunuz, anayasaya aykırılık durumu da var” şeklinde konuştu.
Kılıçdaroğlu’nun sivil itaatsizlik kararı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının Türkiye’de uygulanması konusundaki dirençle ilgili değerlendirmede bulunan Kanadoğlu, ayrıca Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “sivil itaatsizlik çağrısı”na da değinerek şunları söyledi:
“AİHM sanki bizim mahkememiz değilmiş gibi, kendi anayasamızla onun kararlarına uyacağımızı taahhüt etmemişiz gibi kararlarını tanımamak söz konusu olabilir mi? Hem Avrupa Konseyi’nde kalacaksınız hem de AİHM kararlarını uygulamayı taahhüt ettiğiniz halde tanımadığınızı belirteceksiniz. Halk üzerinde kahramanca karşılanır diye düşünülüyor ama böyle olmadığı tahmin edilmeli. Öte yandan hayat pahalılığını konuştuğumuz bugünlerde cumhurbaşkanlığına ikinci kez aday olur mu konusunu tartışıyoruz veya tartışmayı bu yöne çekme çabaları var. Bunlara uymamak lazım. Ana muhalefet lideri ise bu çerçevede sivil itaatsizlik hakkını kullanacağını belirtti ancak parti sempatizanlarının da benzer tutum sergileme ihtimali beni korkutuyor. Sivil itaatsizlik yoluyla netice almanın olanak sağlayacağını sanmıyorum. Yurttaşlarımızın bu şekilde genel başkanın giriştiği sivil itaatsizliği kişisel olarak düşünmelerini isterim” dedi.
“Seçim güvenliği Türk vatandaşı yapılmış kişilerin seçmenliğiyle de ilgilidir”
Erel’in anayasadaki Türk vatandaşı tanımı ile Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “Birlikte acı çekmiş, birlikte sevinmiş, ortak bir tarihe sahip, gelecekte beraber yaşama amacında olan insan topluluğu milleti oluşturur” şeklindeki sübjektif milliyet anlayışını hatırlatıp, Türkiye’de yaşayan geçici göçmenlerin olası seçim durumunda oy kullanmasına yönelik sorusunu yanıtlayan Kanadoğlu, şöyle konuştu:
“Anayasa 66’ncı maddedeki Türk tanımı değişti, 250 bin TL veren her insan Türk’tür. Böyle bir durumda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına getirilen kişilerin adını, adedini bilmemekle beraber seçmen olup olmayacaklarını veya bunun seçimlerde nasıl kullanılacağını da bilmiyoruz, yanlışlık burada başlıyor. Muhalefet partilerinde de egemen olan düşünce sandığa sahip çıkmak fakat bu tek başına seçimin güvenliğini sağlamaz. Seçimin adil, dürüst, eşit olabilmesi için bakmamız gerekilen şey sandığa atılan oydan önceki dönemdir. Seçim güvenliği Türk vatandaşı yapılmış kişilerin seçmenliğiyle de ilgilidir. Prensiplerin belirli biçimde İçişleri Bakanlığı’na bağlı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nün elinde olması, seçim sonuçlarının birleştirilmesinin Adalet Bakanlığı’na bağlı UYAP’ta çözülmesi, Yüksek Seçim Kurulu’nun kararlarıyla beraber düşündüğümüz zaman aslında bizim için erken seçim bir çıkış kurutuluştur. Ancak erken seçimin gerçek biçimiyle adil ve dürüst olmasını sağlayacak olan şey seçim güvenliğidir. Bunu nasıl sağlayacağımızı bugünden planlayıp hazırlayıp önlemek gerekiyor.”
Cumhurbaşkanı seçiminin anayasal boyutu
Cumhurbaşkanı seçiminin anayasal boyutunu irdeleyen Kanadoğlu, mevcut erkin gerekli kriterleri sağlama konusunda kamuoyundaki şüpheleri giderme sorumluluğuna ve Erdoğan’ın yüksek okul diplomasına da değinerek, şöyle dedi:
“Eğer elinizde varsa gösterirsiniz, bugüne kadar birbiriyle çelişen, aslı olmayan diploma örnekleri öne sürüldü, Yüksek Seçim Kurulu’nun bunları incelemesi lazım. Kamuoyunda var olan birtakım kuşkuların giderilmesi gerekiyor. Bu tartışma konusu olacak bir iş midir? Anlamak mümkün değil. Saklanacak, gizlenecek bir olay olmaması gerekirken kaç yıldır gündeme gelen çözülemediği ileri sürülen bir konu, çözülmesinde yarar var. Tekrar bunun gündeme getirilmesinde yeni mağduriyete yol açmasından endişe ederim. Demokratik, çağdaş bir ülkede böyle bir konunun tartışılması herhalde hayretler içinde karşılanacak bir şey. Üçüncü kez cumhurbaşkanı olamama konusunda ise Anayasada bazı değişiklikler yapabilirsiniz. Bu değişiklikler içerisinde dört yılı beşe çıkarabilirsiniz ama bunu yapmanız herhalde ikinci fıkradaki durumu değiştirmez. Bir maddenin belirli fıkralarında yapılan değişiklik sanki bütün maddenin değiştiği anlamına gelmez. Meclis başkanı da buna dayanarak ‘madde bütünü itibariyle değişti’ diyor fakat durum değişmez. Değiştirilmeyen fıkra, o hükmü olduğu gibi tekrar uygulanacak bir hüküm olarak taşır ve yeni bir madde, yeni bir rejim sistemi getirmez, bu çok açık. Adaylığını koyabilir, çünkü herkesin anayasayı yorum yetkisi vardır. Başvurusunu yapabilir, bu Yüksek Seçim Kurulu’na gider. Anayasada hüküm çok açık. Yüksek Seçim Kurulu’nun vermiş olacağı anayasaya aykırı bir karar yapılmış olan seçimi gayri meşru bir hale getirir. Şimdiden bu kararın sonuçlarının ne olacağının düşünülmesinde yarar var. Aslında Yüksek Seçim Kurulu kararlarının başka bir denetimden geçmesinde büyük bir yarar olacak, anayasa değişikliği yapılacaksa ilk yapılacak şeylerden biri de bu olmalı” değerlendirmesinde bulundu.
367 krizi
26 Aralık 2006’da Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazısı ile, Anayasa’da belirtilen 367’nin sadece karar yeter sayısı değil, aynı zamanda toplantı yeter sayısı olduğunu ortaya atması ve bu görüşe göre oylamalara en az 367 kişinin katılması gerektiği, aksi halde sonucun geçersiz olacağı iddiasına ilişkin konuşan Kanadoğlu, şunu söyledi:
“Toplantı sayısı olduğunu düşündüğüm için,- 367 ile eğer toplanabilirseniz o zaman üçte ikiyi arayabilirsiniz, ama eğer 367 kişi yoksa üçte iki hükmünü neden koydunuz ki?- Ana fikriyle yazdığım bu makale, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin yani bu dönemin başlangıcı oldu. Bu sadece benim görüşüm olarak kalmadı, buna Türkiye’nin çoğunlukta kalan anayasa hukukçuları da katıldı, bir kısmı karşı çıktı. Anayasa Mahkemesi de 11’e 9 oy ile -toplantı karar sayısıdır bu ve bu toplantı 367 kişi gelmediği için yapılmadı- kararını verdi. Bunu görüş olarak ortaya attım, ana muhalefet, kamuoyu ve Yüksek Mahkeme kabul etti, ama fatura bana kesildi. Bugünkü iktidarın bu hale gelmesinin müsebbibi tek başına ben değilim herhalde, buna oy veren vatandaşlar, halkı aydınlatamayan ana muhalefet, demokrasiyi özümseyememiş toplum da düşünsün” dedi.
Sabih Kanadoğlu kimdir?
1959 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Burhaniye hakim adayı olarak mesleğe başlamış; sırasıyla Orhaneli ve Erzurum Cumhuriyet Savcılığı, Bingöl Sulh Hakimliği, Tokat ve Kırşehir Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı, İzmir Ceza Hakimliği ve Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi ile Adli Yargı Adalet Komisyonu Başkanlıkları görevlerinde bulundu. 19 Temmuz 1984 tarihinde Yargıtay üyeliğine seçildi. Yargıtay Büyük Genel Kurulu tarafından ilki 26 Aralık 1994 tarihinde, ikincisi de 28 Aralık 1998 tarihinde olmak üzere iki kez Yargıtay 11. Ceza Dairesi Başkanlığına seçildi. Yargıtay Büyük Genel Kurulu tarafından gösterilen adaylar arasından 21 Ocak 2001 tarihinde Ahmet Necdet Sezer tarafından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na atandı. 20 Mayıs 2003 tarihinde yaş sınırı nedeniyle emekliye ayrıldı. 2006 yılında YARSAV’ın kurucuları arasında yer aldı. 26 Mayıs 2012 tarihinde Türk Hukuk Kurumu Başkanlığına seçildi. Evli ve üç çocuk babasıdır.
Eserleri
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Hukuku, Alaturka Demokrasi ve Unuttuk adlı üç eseri ve çeşitli yerlerde yayımlanmış makaleleri vardır.