“Medyada Kadına Yönelik Şiddet Dili” başlıklı online söyleşi gerçekleşti

2021-03-20 02:00

Gazeteciler Cemiyeti tarafından Avrupa Birliği (AB) desteğiyle yürütülen Demokrasi için Medya / Medya için Demokrasi (M4D) Projesi kapsamında “Medyada Kadına Yönelik Şiddet Dili” başlıklı online söyleşi düzenlendi. Gazeteci Zeynep Gürcanlı moderatörlüğünde gerçekleştirilen söyleşide, Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu (TKDF) Başkanı Canan Güllü medyada kadına yönelik şiddet dili ve etkileri tartışıldı. Söyleşi kapsamında, medyanın kadınlara yönelik haberleri verirken kullandığı dil, kullanılan görseller, töre cinayetleri, erken yaş evlilikleri ve İstanbul Sözleşmesi’nin içeriği ve önemi konuşuldu.

Canan Güllü kimdir?

Gazeteciler Cemiyeti Başkan Yardımcısı ve M4D Direktörü Yusuf Kanlı’nın açılış konuşmasının ardından Güllü hakkında bilgi veren Gürcanlı, “Dokuz yaşında annesinin teşvikiyle ‘kız çocukları okusun’ kampanyası ile aktivistliğe başlayan Güllü, örgütlü bir yapının içinde olursa daha etkili görev alabileceği düşüncesiyle Kadının Sosyal Hayatını Araştırma ve İnceleme Derneği’ne (KASAİD) üye olmak istedi fakat ‘çok genç olduğu’ gerekçesiyle üyeliğe kabul edilmedi. Üye olarak kabul edilmediği KASAİD’in daha sonra yönetim kurulu başkanlığına seçilen Güllü, Ocak 2005’te 186 şube ve 52 bin 500 üyesi bulunan, kadın STK’ların çatı örgütü Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu (TKDF) başkanlığına getirildi. Güllü kadınların yönetim, istihdam ve eğitime katılımlarını artırmak için faaliyetler yürüttü. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve kadına yönelik şiddet konularında uzun yıllar yasa yapım süreçlerinde çalışmalarda bulunan Güllü, 2014 yılında TKDF’nin devraldığı, Türkiye’de kadına yönelik şiddeti önleme ve müdahaleye yönelik çalışan ilk ve tek hat olan Aile İçi Şiddet Acil Yardım Hattı’nın kuruluşundan itibaren başarılı ve kararlı bir işleyişe katkıda bulundu. 81 il ve 600 ilçede ensest konusunda saha çalışması gerçekleştiren Güllü, Türkiye’de konuşulması tabu olan Ensest Atlası’nı hazırladı. 2013’te çözüm sürecinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin 36 ilinde bölgenin durumu hakkında çalışmalar yürüttü. 2012 yılında yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen Avrupa Konseyi’nin kadınlara yönelik şiddetin ve aile içi şiddetin önlenmesi ve bununla mücadele edilmesini öngören anlaşmayı, Türk hükûmetinin uygulama konusundaki eksikliklerine ve bütünüyle uygulanmasına dönük kampanyalara öncülük eden Güllü, 2021’de Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı tarafından farklı ülkelerden 20 kadın ile birlikte ‘Cesur Kadınlar Ödülü’ne layık görüldü” dedi.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve kadına yönelik şiddet konusunda medyaya düşen rolü hatırlatan Gürcanlı, “Kadın gazeteci olarak bu konuyu çok önemsiyoruz. 30 yıllık gazetecilik hayatımda kadın olmanın sıkıntılarını hem meslekte hem de sosyal hayatta yaşadım. İşin diğer boyutu da medyada kullanılan ifadeler, kadın gazeteciler olarak bizim de medyada kullandığımız ifadeler, kadını şiddete sürükleyen, şiddeti körükleyen, şiddeti uygulayacaklara cesaret veren birtakım ifadeler mevcut. Güllü, tüm hayatını kadın mücadelesine adamış bir isim, Türkiye’de değeri bilinmekle beraber yurt dışında da yapığı çalışmalar takdir ediliyor. Çalışmaları tüm dünyada yankı uyandırdı. Medya ve kadına yönelik şiddet dilini konuşacağız, medya ne olursa olsun bir anlamda toplumdaki şiddeti körükleyen yardımcı olan bir rol üsteleniyor, biz kadın gazetecilerin de devreye girmesiyle henüz yeni yeni medyanın diline yönelik birtakım çalışmalar var ancak yeterli değil” diyerek literatürde, yanlış kullanılan kavramlara ilişkin Güllü’nün değerlendirmesini sordu.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinde zihinsel dönüşümün önemine değinen Güllü, medyada kullanılan dilin henüz yargılama yapılmadan kadını mağdur edici nitelikte olduğunu belirterek, “Kanayan yara diye tabir ettiğimiz sorunun tam ortasında yaşamaktayız. Bu yaşamayı iki yönlü ele almakta fayda görüyorum, birincisi yasal mevzuat açısından çok donanımlı bir ülkede olduğumuzu unutmayalım. Bunun kadın hareketinin geçmiş dönemden gelen mücadelesiyle elde ettiğimizi, uygulamadan kaynaklı ufak tefek aksaklıkların var olduğunu, medyanın dilinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin zihinsel dönüşümü sağlanmadığı için tabanda halktaki değişim, sadece iktidarın değil yerelin de kendine düşen görevi yerine getirmemesinden dolayı sıkıntı yaşıyoruz. Bu sıkıntının son dönemlerde medyanın diliyle de iyiye doğru, çok sesliliğe farklı söylemlerin de yer bulmasına vesile olduğunu belirterek basın mensuplarına teşekkür etmek istiyorum. Kadın yazarların sayısının artması ile mesleğe başlayan erkek arkadaşlarımızın duyarlılığıyla iş birliğine açık sesimiz olmanız ve o seslerin duyulmasına olanak tanımanız konusunda çok şanslıyız. Ancak öte yandan medyanın kadını üçüncü sayfa haberlerinden baş sayfa haberlerine alma sürecinde bu dilin çok acılarını çekmeye başlamıştık. Bir tarafta cinsel obje olarak arka sayfa güzeli, üçüncü sayfada ölüm şiddet haberleri, başarı haberlerine yansımayan olaylardan kadına cinayet ve tecavüz haberleriyle inleyen Türkiye’nin görüntüsü olmaya başladığında, tamamen kopyala yapıştır ile yaptığı işin gazetecilik olduğunu düşünen ya da erkeğin öldürme nedenin kadından ötürü olduğunu kadının o gün giydiği, taktığı, sürdüğü şeyle ilişkilendirerek daha yargılama başlamadan toplumun ahlak kuralları içinde mahkumiyete sebep veren bir dil var. Bu ülkede cinsiyet sorunları var, hanım, bayan söylemleri yeni yeni kadın olarak düzelmeye başladı. Daha çok yolumuz var, bu iradenin ortada olması, değişime yönelik hareket planlarının haberlerin haberleştirilmesi evresinde nelerin yapılabileceğini konuşuyoruz” dedi.

Güllü, “Kadınların başarısı gölgeleniyor”

Medyada kadınların başarı hikayelerine yer verilmesi konusu ile sahada erkek gazetecilerin baskın olmasına değinene Güllü, “Başarıyı kabul etmeme var. ‘Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır’ felsefesiyle, ‘kadınlar baş tacıdır’, ‘cennet anaların ayaklarının altındadır’ bu üçlü kıskaçta gidip geliyoruz. Bir kadının zekasının olduğu aklının çalışması ve onu kullanırken bile ‘babası izin verdiği için okula gitti’ diye sığınılan bir durum var. Tek farklılığımız biyolojik cinsiyetimiz onun dışında bir farkımız yok. Eşit fırsatları kullanamadığımız için kendimizi duyuramadığımız ki zaten fırsat konusuna gelmeden eşitlikte takıldığımız için ısrarla kadınların başarısı gölgeleniyor. Adamlığın içini öyle bir boşalttık ki bunu erkekliğe montajladık, adamlık sadece erkeler için kullanılan bir kavram değil, adamlık; doğruyu yapan, işini görevini yerine getiren, sorumluluk sahibi demek kadın erkek için de kullanılan bir şey. Bu tarz kavramların cinsiyetçi olarak kullanılması konusunda ikaz etmek durumunda kalıyoruz. Medyada erkek gazeteciler sahaya hakim görünüyor. Medyanın yürütme olanaklarına hakimler o nedenle baskınlar, burada bakış açıları ve değer yargılarıyla beraber süre gelen bir süreç var. Erkek 60 yaşına geldiğinde duayen olurken, kadın ise abla oluyor. Hala bile erkek baskınlığı devam ediyor” sözlerine yer verdi.

Kadının fıtratı tartışması

Kadınlar yasalar karşısında ikincil olduğunu söyleyen Güllü, ‘fıtrat’ ifadesinin kadına yüklediği sorumluluklara dikkat çekerek, “Biz fiziksel eşitlikten bahsetmiyoruz, kadın ve erkeğin gücünü test etmiyoruz. Bizler yasa yapım süreçleriyle beraber uygulanan yasalara erişimden bahsediyoruz. Bu anlamda kadın ikincildir hatta gün geçtikçe ikincilleştirme gayretlerini artırarak bugünlere geldik, biz bireyiz. Meziyetlerimizi icra edebilecek alanlarda başarımızı gösterebilir ya da zaten başarılı olmak zorunda da değiliz çünkü her erkekten başarılı olmasını beklemiyoruz. Yaşam alanlarımızda kendimizi idare edebilecek akla ve fikre sahibiz, devletin bize sunduğu eşit imkanlardan faydalanmamız gerekiyor. Ama o eşitliği getirmeden hemen önünüze ‘kadının fıtratında annelik vardır’, ‘kocaya biat etmek vardır’ deniliyor biatte öyle bir şey yok. Ben de Kur’an okudum, bu anlamıyla toplumsal cinsiyetin en eşitlikçi kitabı Kur’an-ı Kerim’dir diyorum. Çünkü başlarken ‘Oku Allah’ın emriyle oku’ diyor erkeler ya da kadınlar siz okuyun diye bir ayrım yapmıyor. Ayrımcı olmayan bir kitaptır. Kadın erkek eşittir, bu eşitliği sağlamak da devletin görevidir” ifadesini kullandı.

“İstanbul Sözleşmesi, Anayasa’nın 90’ıncı maddesine göre iç hukuktan üstün”

Türkiye’nin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 2009’da verdiği Nahide Opuz kararı ile ilk kez tazminata mahkum edildiğini bu olay sonrası Türkiye’de, 8 Mart 2012’de, 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, 1 Ağustos 2014’te ise Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin (İstanbul Sözleşmesi) yürürlüğe girdiğini anımsatan Güllü, toplumun her kesiminin bu sözleşmenin uygulanması konusunda bir araya geldiğini belirtti. Yasayla birlikte kadınların haklarını arama konusunda önemli bir başarı sağladığını ifade eden Güllü, sözleşmenin önemine ilişkin “İstanbul Sözleşmesi söz konusu olduğunda kadınlar olarak farklı ideolojiler inançlardan sıyırılıp bütün olarak bir araya gelebiliyoruz. İstanbul Sözleşmesi, baroların, meslek örgütlerinin, vakıfların, kurumların, özel sektörün medyadaki kadın arkadaşların, iktidardaki kadın arkadaşların desteklediği bir sözleşme oldu. Sözleşme, Anayasa’nın 90’ıncı maddesine göre iç hukuktan üstün. Opuz davasında AİHM’in verdiği tazminat sonrası Avrupa’yı şiddetsiz hale getirmek için yapılmış bir sözleşme bu. Hiç kimse buna şerh koymamıştı, tamamen yerli milli, bu ülkenin topraklarındaki sıkıntıların bertaraf edilebilmesi ve yasal mevzuat içinde kadının yaşam hakkının korunması ile ilgili bir süreçte herkes seferber oldu. Dayanışmanın kadını erkeği yoktur, herkesin içsel yapısıyla ilgili bir konudur bu. ‘Dayanışma yaşatır’, ‘kadın kadının yurdudur’ diyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nden imzayı çekme polemiğinin arkasında tamamen kadınların güçlenmesine karşı ve siyasal iktidara karşı bir koz kullanılması nedeniyle karşı çıkılıyor. Bunu zaten iktidarın ağzından duymuyoruz, iktidarın dışından sesler geliyor. Kim İstanbul Sözleşmesi’ni istemiyorsa, tecavüze, istismara, şiddete onay veren takımdır. Ben üç yıl boyunca sahada devletin İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamasının yükümlülüğünü anlatmaya çalıştım. Öte yandan ikinci plana atılan diğer bir noktada her halükârda kadınların hem sivil toplum öğütleriyle hem de yasalardan aldıkları güçle haklarını arama yolundaki başarısı. Bu çok önemli çünkü kadınlar o şiddet ortamından çıkmaya başladılar. Biat sisteminin zincirlerini kırdılar, bu neye zarar veriyor din adına işlev yapan insanların ekmeğine mâni oluyor. Tüm bunları yan yana getirdiğinizde insanların aklı başında destek vermelerine imkân tanınmış oldu. Her kanattan her cenahtan siyasi, ideolojik, etnik, mezhepsel hiçbir farklılık yok. Başında takısı olmayan kadınlarız biz, sadece kadın paydasında buluştuk, mücadeleyi bu alanda yapıyoruz” dedi.

“Kadın eylemlerinde tacizkar davranılıyor”

Toplumsal hareketlerde eylem hakkını kullanmak isteyen kadınlara yönelik şiddetin artışına dikkat çeken Güllü bu konuda da “Son dönemde birçok olaya tanıklık ettik, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü veya Boğaziçi Üniversitesi’ndeki protesto olaylarında polisin kadına yönelik şiddetine tanıklık ettik. Eğer eylem farklı anlamlarda bir kadın eylemiyse tacizkar davranılıyor. Maalesef eylemlerde kadınlara yönelik, taciz etme, gaz sıkma, hakaret etme, saç baş çekme, tokatlama gibi her türlü fiziksel ve sözlü şiddet söz konusu” dedi.

“Erken yaş evliliğine, ‘çocuk gelin’ değil ‘tecavüz edilen çocuklar’ diyoruz”

Erken yaş evliliklerine ilişkin resmi verilere ulaşılamadığını ancak Birleşmiş Milletler’in (BM) bu alandaki çalışmalarında erken yaş evliliklerinin artışına dikkat çektiğini ve liste başında Türkiye’nin yer aldığını vurgulayan Güllü, “2016 yılında Adalet Bakanlığı bir önergeyle erken yaş evliliklerinde kamu anlamında dava açılarak yargılananlara af talebi adına tecavüz önergesi dediğimiz önergesi 2020’nin Mayıs ayında da tekrar verilmeye çalışıldı. İnfaz yasasının içine sıkıştırılmaya çalışılmıştı. Erken yaş evliliklerine ilişkin veriler yok, çünkü hiçbir yerde kayıtlı değil. TÜİK’in verdiği rakamlar, 16 yaş üzerinde, medeni kanunda hâkim kararıyla 16 yaş verilebiliyor. Ancak ihbar gelirse onun üzerinden takip etmeye çalışabiliyoruz. Müftüye nikah yetkisi diye iki yıl önce çıkan yasamız 18 yaş üzerindeki resmi nikahları müftülükte kıyabiliyor. Bu yaşların da resmiyete dayanmadan nasılsa hocalar kıyabiliyor yanılgısıyla hocalara kıydırıldığına yönelik sahadan edindiğimiz bilgiler var. Bu konuyla ilgili Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) iptal ettiği resmi nikah olmadan dini nikah olmayacağı maddesinin peşinde olmalıyız. BM erken yaş evliklerinin arttığını hatta liste başı olarak Türkiye’nin yer aldığını belirtiyor. Kız çocukları için ensest olayında yaygınlık fazla erkek çocukları için ise istismar olayı çok fazla. Bu dili iyi kullanmak lazım, çocuk istismarında kız veya erkek sürecinde farklılar neredeyse eşit ama dil üretirken haberlerde ‘kızları bitirdik sıra erkeklerde’ gibi cümleler yanlıştır. Biz ‘çocuk gelin’ değil ‘tecavüz edilen çocuklar’ diyoruz buna, gelin ve çocukluk yan yana gelemez. O nedenle erken yaş evliliği için ‘tecavüze uğrayan çocuklar’ diyoruz çünkü istekleri ve rızaları olmadan ailelerinin yalan yanlış bilgileriyle böyle bir şeye maruz kalıyorlar” diye konuştu.

“Medya görevini bir anlamda eksik yapıyor, katkısı büyük ama desteği eksik”

Medyanın gündem yaratırken kadınlar ve çocuklar konusunda kullandığı dile özen göstermesinin önemine dikkat çeken Güllü, “Maalesef mağdur habere konu oluyor. Haberler verilirken tutanağın fotoğrafı çekilerek haber yapılıyor. Fail konuşuyor tutanakta, muhabir ölünün kendini savunma hakkını elinden almış oluyor. Medyanın neyi nasıl ön plana çıkaracağını iyi bilmesi lazım, gündemi belirlerken kadın meselesine de dikkat etmesi lazım. Literatürümüz her zaman tartışmalı, kadın cinayeti dendiğinde sanki kadınlar buna sebep oluyormuş gibi anlaşılıyor. Ben buna kadın katliamı diyorum. Hepimiz biliyoruz ki Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde boşanmaları önlemek için boşanma komisyonu kuruldu. Evliliklerin yapılamamasının ana nedeni ekonomik krizken insanlar şiddete bağladılar. Kadınlar şiddet gördükleri ortamda yaşamak istemiyorlar. Bu bir kadın katliamıdır çünkü şu an bu ülkede katliam yapılıyor. Zihinsel dönüşüm dilde başlar diyoruz. Dilde, düşünceyi değiştirirken aklımızdan geçen fikri hayata geçirirken kelimelere dökerken kim ne derse desin üzerine çizgi çekmemiz gerekiyor. Bunu medya en iyi şekilde yapabilir, medya dördüncü göz özelliğini burada kullanabilir. Başka bir anlamıyla haberleri veriyorken görsel basında o haberlerin altında olan yanlışları sonradan söyleyebilir. Medya burada görevini bir anlamda eksik yapıyor, evet katkısı büyük ama desteği eksik” diyerek töre cinayeti haberlerinin verilişine değindi.

“Öldürülen kadınların resimlerini koymaya gerek yok, failin resmi konulmalı”

Töre cinayetine ilişkin yasayı anımsatarak medyada kullanılan fotoğraflara da değinen Güllü, “2005 yılında ceza yasası yenilenirken bu konu gündeme geldi. Töre esaretiyle namus cinayetleri üzerinde hukuki bir sürecin başlaması ve bu dilin ceza müeyyidesi madde olarak geldi. Siz böyle cinayetleri anarken 2005 yılı ceza kanununu referans göstererek, yasada törenin olmadığını bilmelisiniz. O cinayetlerin defteri 2005 yılında kapandı, sahada da sesi azaldı. Ancak 2020 yılından itibaren tekrar gündeme geldi, bunun ana nedenlerini tartışmalıyız. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin kanununa göre kişilerin sosyal medya hesaplarından izin alınmadan fotoğrafları alınıyor. Ama nedense tüm kadın cinayeti fotoğraflarında neredeyse bikinili, degajesi açık fotoğraflar tercih ediliyor. Resim nedeniyle haberin içeriği okunmadan kadın ikinci kez mağdur ediliyor. Bence öldürülen kadınların resimlerini koymaya gerek yok, failin resmi konulmalı. Failin ceza yasası gereği suçu isnat olmadan ismini yazamıyoruz ama resmi kullanılabiliyor, bu bilgiler polis nezaretinde zaten sizlere verilmiş oluyor. İstanbul Sözleşmesi gereği; önleme, koruma, kovuşturma ve politika diyoruz ama önlemi yapamadığımız için kadınlar ölüyor. İstanbul Sözleşmesi kadın cinayetlerini, tacizi, tecavüzü önleyecektir, dolayısıyla bu sözleşmeyle ilgili söylem geliştiren kamu personeli hakkında suç duyurusunda bulunacağım. Yerelde parlamentoda bakanlıkta fark etmiyor İstanbul Sözleşmesi madde beş ‘devlet, bu sözleşmeyi imzalamakla kurumlarında, teşkilatlarında ve kişisel olarak önlemeye yönelik politikaları hayata geçirmekle mükelleftir’ diyor, o halde bundan sonra bu söylemi kullanmak yerine bunun kaldırılması yönünde emek sarf edenler hakkında suç duyurusunda bulunmanın zamanıdır diyorum” dedi.